Düzen almış başını bir yerlere gitmiş. Nasıl bir düzenin -ya da düzensizliğin- içinde yol aldığımız ise hep gözden kaçan, belki bilerek kaçırılan, sormayı çoğu kişinin göze almadığı bir durum.
Dünyanın içinde bulunduğu sisteme bakmalı. Şirketler, holdingler, büyük kurumlar, reklam, medya, patronlar, bankalar, müteahhitler, büyük pazarlama merkezleri, alışveriş merkezleri, hamburger şubeleri, mağazalar zinciri vs vs… derken, bir de bu büyük yerlerin kumsaldaki kum taneleri şeklindeki tek başına yüzlerce veya binlerce çalışanı, bankacılar, satış elemanları ve daha birçoğu… Hepsi ama hepsi bir şekilde oluşmuş düzenin birer parçası. Şirketlerin bir şekilde en üst tabakasına yerleşmiş patronlar/yöneticiler var ve onlara doğrudan ya da dolaylı yoldan hizmet eden tüketim içinde yaşayarak çalışan insan grubu var.
Hiyerarşik olarak, patron, altında onun yardımcısı, sonra bunun yardımcısı, şunun altındaki derken bu büyük katman piramidinin en alt çalışanına kadar inersiniz. Ancak bu katmanlardaki herkes, normal şartlarda tüketim çerçevesinin içinde aile pozu vermektedir. Tamamen para üzerinden dönen bir düzenin -ki dünyanın da düzeninin bu renkli kâğıtlar üzerine oturtulmuş olduğunu belirtmek gerek- ürettiği şeyin ne olduğunu sormak gerek.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra yayılan anlayışlarla ve gelişen teknolojiyle beraber değişen dünya düzeni ve yaşanan toplumsal dönüşümler, yeni yaşam tarzlarını beraberinde getirmiştir. Tüketmeye dayalı, kolaydan para kazanmayı özendiren sistem (reklamlar, hayat standartlarını yükseltme düşüncesi, yorulmadan çalışmanın cezbi vs.), üretim anlayışını ortadan kaldırıp şehirleşmenin modern yaşamı getirdiği anlayışıyla birlikte hareket ederek, yanına bir şekilde maddi kaynakları yüksek kişileri de alarak yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculuk sonrasında parası olan hep parası olan olarak kalırken, olmayan da parası olmayan olarak kalmıştır. Tabi şirkette çalışan en alt katman çalışanlarını da maddi yönden orta sınıf diye nitelendirebiliriz.
Yazının amacı sınıflaşmayı anlatmak değil, üretim ve tüketimi ve bunun beraberinde gelen bazı olumlu/olumsuz olanı anlatmak. Bunun üzerinden de asıl mesele edebiyata, oradan sanata geçmek. Düzen, görüldüğü üzere bu çerçevede tamamen paraya dayalı bir şekilde kendisini bulmuştur. Bu dünya düzeni; yukarıda bahsedilen sistemin içindeki büyük şirketlerin, mağaza zincirlerinin ve benzerlerinin, insanların farklılıkları ve yeni bulacakları renkleri hiç görmeden makine gibi yıllarca hep aynı şekilde çalışmalarını zorlamaktadır. Bitkisel hayattaki kişiler gibi sadece var olmaya çalışan bu insanlar da makineleşmiş şekilde hep aynı düzendeki çalışmalarının sonrasında kazandıkları/aldıkları parayı yine büyük şirketlerden, mağaza zincirlerinden alışveriş yaparak harcar. Tüketim yaşantısı; bireylerin etrafına çemberden öyle bir yuva yapmıştır ki, birey nereye giderse gitsin hep bu yaşantının içinde kalıcı misafir olacaktır.
İnsanların bu denli tüketime alıştığı bir şehir sisteminde, üretim şehir hayatında hiç kendisine yer edinebilir mi? Bankalar ve benzeri şirketleri bir kenara bırakırsak, diğer giyim ve yemek mağazalar zincirleri gibi bu yerlerin bir üretime ihtiyacı vardır. Her ne kadar büyük şirketler daha az insan gücü ile ürün elde etse de çoğu yerde hâlâ o eski sistem devam eder. Hayvanlarla, tarladaki çalışmayla işçiliğini gösteren, makineleşmiş düzenin dışında yaşayan, ancak toplumun alt sınıfı olarak nitelendirilen daha kırsalda yaşayan insanlar.
E sistem para odaklı tüketim sistemi olduğu için bu ürünler –bir örnek üzerinden gidersek- tarladan halka değildir, bu da bir süreç içinde yol alır. Üretimden gelen besinler, insanlara gelene kadar alıcısı, dağıtıcısı, pazarlayıcısı ve daha birçok değişik yollardan geçer, en son bunu tüketime çeviren satıcıda son bulur. Sistem para odaklı denmişti ya hani, işte bundan dolayı ürün, tüketici kişiye ulaşana dek sürekli fiyat olarak artmaktadır. Geçirdiği her bir yol onun satışının fiyatını daha da yükseltir çünkü her yoldaki patron, kendine düşen parayı almak için mücadele etmektedir.
İşte durum böyle bir haldeyken üretimden bahsetmek artık güç olmakta ve imara açılan topraklar, tarla/bahçe üretimi için alanı azaltmaktadır. Çünkü artık, Türkiye için dersek toprak sahibi olan buraya ev yaptırmak ister ya da buradan göç etmek. Yorulmak istemediği şehir yaşantısı onu çeker. Özendirilen şehir yaşamıyla şehre göç eder. Üretmeyi bırakıp tüketime geçer. Yani para harcama sistemine.
Böyle bir durumdayken, şirketlerin, bankaların ve benzeri bütün bu sisteme yön veren büyük kuruluşların, makineye bağlı düzenin bir anda gittiğini düşünün. İşte böyle bir durumda bitkisel hayatta yaşamaya çalışanların fişleri çekilmiş gibi olur ve düzen alt üst olur. İnsanlar üretmedikleri gibi tüketemeyince de, bu sefer gerçek anlamda bitkisel hayat yolu görünebilir. Böyle bir sistemde ya da sistem ne olursa olsun kazanan, en azından kaybetmeyen üretenler olacaktır. Üretmek, bir şeyleri başlatmak, bir şeylere ilk elden yön vermek hem şu anki sistemde hem sistemin çökmesi durumunda çok da olumsuz sonuçlar çıkarmayacaktır. Ve aslında üretenler kazanacaktır. Tarla çalışanları, kot işçileri, marangozlar ve daha yüzlercesi…
Aslında yazar da şair de bir üreticidir. Sanatçı üreticidir. Şair de yazar da bir tarla çalışanıdır. Ekin biçer, kot taşlar, tahta keser ve ona şekil verir. Madencidir, çok derinlere iner. Sonra da bütün bu üretim, bir çırpıda tüketilir.
Yazar da şair de tek tek uğraşır. Tek tek tarladan harfleri biçer, onları özenle toplar. İki harfi sonra üç harfi sonra daha fazlasını yan yana getirip, kelimeleri bir marangozun tahtayı milimetrik kesmesi gibi ayırır. Onları özenle birleştirir ve cümlesini oluşturur. Sonra bir madenci edasıyla cümlelerinde çok derinlere iner. O cümleyi kazar da kazar. Yer üstünden o cümleye bakıldığında, bir uyarı levhası dışında altında bir maden yatağının olduğunu fark etmez çoğu kişi. Cümlenin üstüne bakıp giderler. Ama şair ya da yazar çok daha derinlere inmek için çalışmasını sürdürür…
Sonra bir bahçıvan ruhuyla bitkilere şekil verir gibi o özenli cümlelerini dizerek paragrafları düzenler. Bitkilerindeki tohumları toprağa eker. Zaman sonra bu kendi ektiği ve köklerinin maden yatağına kadar ulaştığı özel meyve ağacının meyvelerini insanlara verir. Kimi bu meyveleri beğenmez, kimisi beğenir. İyi baktığı bahçesinde zamanla birden fazla meyve ağacı büyür. Yıllar sonra yorgun düşer ve sadece evinin camından bahçesindeki ağaçlara bakar. Ve bir gün toprağa karıştığında meyve ağaçları kökleriyle ona dokunur. Sanatçının meyve ağaçları da o öldükten sonra meyve vermeye devam eder. Üretir.
İşte böyle bir sistemin içinde yazar, şair ya da üreten herhangi bir sanatçı, bu sistemin makineleşmiş düzeninden ayrı durabiliyorsa, üretmek için nitelikli olup para üzerinden yazmıyorsa, işte o zaman bu sanatçı için üretmekten bahsedebiliriz. Sistem istediği kadar yok olsun, istediği kadar değişsin ya da bozulsun; gerçekten nitelikli çalışıp iyi eserler üreten sanatçı değişimlerin hiçbirinden zarar görmeden aynı şekilde kalacaktır. İşte gerçek sanatçının varlığı da, eğer normal sanılan durumlarda çok bilinmiyorsa, değişim/dönüşüm zamanlarında ortaya çıkar. Çünkü üreten sanatçı, tüketimin içinde kaybolanların dışında, kendisini kendi işine vermiş, üretim tüketim dengesini iyi kurmuştur. Ve değişen herhangi bir sistemde de bu sanatçı olumsuz etki görmez. Çünkü onun kaygısı para ve tüketim değil; büyük paraların döndüğü, reklam, pazarlama, satış ve çıkar ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkanların sanat diye nitelendirildiği zamanlarda da hep aynı olarak kendi üretimi olan biricik eserlerini sunmaktır. İlk düşüncesi budur. İşte bu da gerçek sanatçının bir anda silinmeyeceği ve daha söyleyecek sözleri olduğunun göstergesidir.
Dünya düzeninin hep bu ilişkiler sonrasında popüler anlayışı beraberinde getirerek tek bir sistemi benimsetmeye çalışması, alt kültürleri, yeraltını, karşı görüşü beraberinde getirmiştir. İnsanlara sürekli bu sistemin iyi olduğuna yönelik tüketim pazarlama yöntemleri uygulanmaktadır, reklamlarla ve benzeri uyaranlarla bunlar bilinçaltına iliştirilmektedir. Birey de yaşadığı bu şehir sisteminde tüketim içinde yaşarken, bir de kararlarını başka büyük şirketlerin vermesine göz yumar. Çünkü farkında değildir. Bireyin hayatında yapması gerekenleri belirleyen sistem, aynı zamanda onun özgürlüğünü elinden alarak makineleşmiş düzeninin bütün planlamasını da önceden yapmış olur. Artık makinenin de bütün çalışma düzeni, bu toplumsal sistemin elindedir ve bu çalışma düzeni hep yeni belirlenen pazarlama-satış-tüketim sistemiyle devam eder.
İşte birey hiçbir şeyin farkında değildir. Bunu farkına varan sanatçı, dünya görüşünü yansıtır. Ancak sistem bu tarz sanatçıları hep gölgede bırakır. İşte bu yüzdendir ki, sisteme ayak uyduramayan, bunu istemeyen ya da bunun farkında olanlar böyle bir sistemde ayrık dururlar. Alt kültür diye nitelendirilirler. Ancak bu, tamamen sisteme alışamamış insanların duruşundadır. Sanatçı, bunu insanlara söylemeye çalışır pazarlama stratejilerinin döndüğü sektörde bir şekilde yol bularak. Popüler olanın satışının takip edildiği, bireylerin kitap beğenilerini sistemin pazarlama ve reklam yöntemiyle belirlediği bu düzende, beğenilerini pazarlanma sonucu yok eden, bundan dolayı karakter değişimi yaşayan birey, gerçek sanatçının uyarılarını, dünya görüşünü ve dediklerini çok da anlamayacaktır.
Sistem değişirse, bu tüketim içinde makineleşmiş halde yaşayan bireyler boşluğa düşecek ve her şeyi yok olacaktır. İşte burada alt kültür ya da yerel anlayış ya da üreten hep aynı kaldığı/kalmaya çalıştığı için varlığını aynen sürdürecektir. Şimdi sistem değişmez denirse de, o zaman bireyin karakterinin pazarlandığını, bireyin tamamen sistemin alt katmanında başkaları için çırpındığını, sanatsal beğenisini başkalarının belirlediğini, karakterinin yol edildiğini belirtmeye gerek yok artık. İşte gerçek sanatçıya düşen görev üretim sürecinin içinde varlığını bütün gücüyle sürdürebilmektir. Bir tarla işçisi olarak, bir madenci olarak, bir marangoz, bahçıvan olarak üretim yaparak bunu insanlara sunmaktır. Zaten bu gerçekten olursa, sanatçıyı takip eden kitle de onu bulacaktır bir şekilde. Gerçek üretim yapan sanatçı, büyük bir işçidir. Sanatçı sanatını öyle bir dokur düzenler ki, sonuna kadar üreten işçi gibi, kendi ürettiği eserleri insanlığa sunar. Sunmalıdır da...