Dışarıyı görmüyordum; ama havanın karardığını düşündüğüm zamanlardan hemen sonra üzerime bir ağırlık çöküyordu, bunu engellemek için çoğu zaman kahve içme seçeneğimi kullanıyordum; bazen öylece koltuğa yığılıp uyuyakalıyordum. Salondaki masadan vuran ışıkla yeni bir kahve içmek için mutfağa yürüdüm. Halısı olmayan beton yerlere çıplak ayaklarımla basarken çıkan ses evde duyduğum tek ve nadir seslerdendi. Mutfakta tezgâhın üzerindeki bulaşıkların kenarlarında kurumuş artıklar düşük ışıkta bile belli oluyordu. Geçen gün alırken kırdığım bardağımın parçaları da halen bulaşıkların arasında, bir kısmı da yerdeydi; neyse ki ayağıma batacak mesafede değil. O kulpu olan cam bardağımı da çok severdim ama sakarlık işte, elektrikli su ısıtıcımdan kahve için sıcak su koyacakken bir anda elimden kayıvermişti. İyi ki aynısından bir tane daha vardı, onun eşiydi, artık onu kullanmaya başlamıştım; iki günden beri. Bu emektar bardağımı kırınca, parçalarını toplamadım, anısını yaşatıyordum. Parçaların ayaklarıma batma durumuna karşı elektrikli su ısıtıcımın yerini değiştirdim.
Hiç unutmam, kış mevsiminin ortalarıydı. O, hayatında ne varsa her şeyi bir kenara bırakmış, her şeyini son damlasına kadar kurutmuş, yıllar boyunca oluşan birikintileri yavaş yavaş açığa çıkarmaya başlamış ve içindeki şehirde dalga dalga yayılan göç etme düşüncesine geçmişti. Biliyordum, çünkü ben de hemen hemen benzer bir düşünce içinde göç etme zamanımı hazırlamıştım. Bilmediğim ya da beklemediğim bir şey değildi. Ama yine de O'nu bu yeni köyde ilk kez görmenin heyecanı vardı, seviniyordum haliyle. Burayı gezmeye gelmemiştik elbet; bu köyün el değmemiş varlığını, üstündeki sularını, tarihi yeşilliğini, temiz yollarını görmek için gelmemiştik elbet. Gelme nedenleri çok daha farklıydı.
Su ısınmaya devam ederken şöyle mutfağa bir göz gezdiriyorum. Etraf karanlık ve salondan gelen lambanın düşük ışığı olmasına rağmen iki gözlü ocağın üstünde ağzı açık tencerenin içindeki hazır çorbanın yeşil yeşil tüylenmiş küfünü gördüm. Belki de daha ışıklı bir zamanda gördüğümü tasarladım yeniden. Tek kulpu kopmuş tenceredeki bu çorbanın kaç hafta önceden kaldığını hatırlamadım. Tencerede olduğu gibi, tezgâhta duran bulaşıkların üzerinde de daha küçük boyutlarda yeşilimsi renklerde küflenmeler vardı. Küf tutmayan en temiz bulaşığı aradım. Lavabonun içinde duran tabağa, musluktan suyun damladığı yer olarak hesapladım. O bölge tertemizdi. Tabağı deli edercesine bir su damlama serisi, orada küfe izin vermemişti. Damlayan suyun sesine kendimi kaptırmıştım ki su ısıtıcıdaki su kaynayınca "pat!" diye ses geldi. İrkildim. Hiç yıkamadığım kararmış olan kulplu cam bardağıma sıcak suyu koydum. Ağzımı yakarcasına bir yudum alırken, ayaklarım daha da üşüyordu.
Ayaklarım üşüyünce bir zamanlar o köyde bulunuşumu düşünmeye devam ettim. Burada iklim hangi şartlarda olursa olsun, üşüme hiçbir zaman olmuyordu. Çok değişik, farklı bir sıcaklığı vardı buranın. Elbette bu yalnız ve özel köy, O'nun ve benim, göç ettiğimiz el değmemiş özel bir köydü ve ne büyük bir göçtü... O büyüleyici köyün büyüleyici ikliminde O da vardı. Ne muazzam bir dönemdi. Sonra iklim değişmeye başladı. Şiddetli fırtınalar, kocaman yağmurlar, uçuran rüzgarlar hepsi aynı anda köye geliverdi. O, farklı olan gelme nedenlerini bir kenara bırakmış, bu eşi benzeri olmayan köyden de göç etmeye karar vermişti. Ama ben, ben bu köydeydim. Bu köyün derin anısı ve benzeri olmayışı ağır basıyordu. Onurlu bir şekilde köyde kalma düşüncemden vazgeçmedim. Bu köy artık sadece benimdi. Çünkü bir tek ben kalmıştım.
Herkes göç eder, herkes bir yerlere varır. Sonra birden her şey tepetaklak oluverir. Yaşadıklarının altında kalırsın. Bu yaşadıkların seni ezmeye, sana baskı yapmaya devam eder. Kendinle kalırsın. Ben de bu köyde kendimle, onurumla; bütün her şeyin altında ezilerek karanlığımı yaşamaya başladım. Başka köylere göç etmektense böylesi daha iyi olurdu. Burası artık sadece benim köyüm ve anılarıyla acısını duyumsatıp tepemden baskı yapan hüzün dolu grilerin dünyasıydı. Şimdiyse yaptığım şey oturup geçmişimi okumak. Yazdıklarımı geçmişle katıştırarak yazmak.
Çok uzun zamandan beri perdelerini bile açmadığım pencereden köyü görmek bile kasvetten başka bir şey değildi. Evin kapalı perdelerinin kenarlarından çizik çizik ışıklar dalıyordu ama, etkili değildi çok. Griler doluydu bütün ev. İçimdeki grilikle dışımın griliği terazinin orta yerinde buluşuyordu. Tek yaptığım günlerdir evin içinde, kapalı perdelerin içinde durmak, kahve stoklarımı azaltmak ve masamın başında beyaz kağıtlara bakmak. Boş kağıtlarda geçmişi okuyordum. Birikiyordu. Boş kağıtların uçurumundan aşağı bakıyordum. Birikintilerin yükü her geçen gün daha fazla biniyordu sırtıma. Kirli bardağımdaki kahvemle masamın başına oturdum. Yanan ışığın altında kağıtlara bakmaya başladım. Kesik kesik yazan tükenmez kalemi aldım elime. Birçok şey gibi hep bir şeyler eksik yine. Bunu duyumsattı kalem.
Ve sırtıma binen yük kağıtların uçurumuna itiyordu. Geri dönemedim. Sırtımdaki yük çok ağırlaştı. Taşıyamadım. Taştım. Elimdeki kalemle bembeyaz kağıtların uçurumundan düştüm. Daha diplere...
Başlayan yağmurun sesi kulağıma ilişti. Aldığım kafein miktarına daha fazlasını eklemeye başladım. Köyüm çığlık çığlığa bağırıyordu. Çığlık çığlığa. Kanlı gözlerimle bir şeyler yazmaya başladım. Beton duvarların arasındaydım.