BAĞLANTILAR

16 Eylül 2013 Pazartesi

Post Klasik 'Klasik Müzik'

Başlığı bulmuş olduğum halde yine de yazının başlığı konusunda biraz çekimserim. Çünkü bahsettiğim şey ne postmodern dönemde üretilen klasik müzik, ne de gerçekten klasik olarak bildiğimiz eserlerin post içerikle yorumlaması.

Biraz daha açarsam: Bu yazıda bahsedeceğim şey, özellikle 1950'lerden sonra üretilen klasik müzik eserleri değil. Esasen bildiğimiz klasik olan klasik müzik eserlerinin, post kültür içindeyken nasıl kullanıldığı, ya da tüketim haline getirildiği. Post kelimesi "sonrası, sonra gelen" anlamlarına gelmektedir. Aslında yazının başlığı "Klasik Müzik Dönemi Sonrasındaki Klasik Olan Klasik Müziğin Durumu" gibi bir şey de olabilirdi. Çünkü belirteceğim şey, klasik dönem klasik müziğin kullanımının, çağla beraber günümüzdeki değişimini ele almak. Klasik Müzik kelimesini de tırnak içine almamın nedeni, klasik dönemdeki klasik müziği belirtmesi içindi. Biraz karışık olacak yazdıklarım, ama pat diye konuya dalmak da istemiyorum.

Önce post kültürü kısa ve kabaca belirtmek gerekirse; tabii ki en çok bildiğimiz postmodern anlayıştır. Günümüzde post anlayış birçok alanda artık varlığından söz ettirmektedir. Üç ana dönem olarak belirtilen klasik, modern ve modern sonrası yani postmodern dönem birbiri ardına sıralanmaktadır. Ülkemizde bu dönemler arada kalınan bir coğrafyanın da etkisiyle aslında gerçek anlamda yaşanmamıştır. Buna rağmen küreselleşmenin artması, iletişimin ve özellikle internetin kullanımının yaygınlaşamsı ile postmodern ya da diğer tabirle post kültür artık hayatın her alanında kendisini göstermeye başlamıştır. Çünkü bu dönemle birlikte üretilen her şey, bir şeyden sonra gelen, yani çok orijinal olmayan, ama onu yeniden yeni haline getiren bir anlayıştır.

Günümüzde de dikkat etmeliyiz ki, yeni diye bize sunulan şeyler aslında kendinden önceki bir başka şeyin yeniden yorumlanmasıdır hemen hemen. Birçok anlayışın, birçok konunun önüne post kelimesini getirerek yeni bir alan elde edebilirsiniz ki, günümüzün bu kültürden yoksun olduğunu söylemek hata olur. Çünkü artık post kültür kaçınılmaz bir gerçektir ve her alanda vardır. Post kültürün başka ülkelerde ve birçok alanda çok verimli kullanıldığı durumlar varken, değerlerin değersizleştiği zamanımızda en büyük etkenlerdendir. Post hep daha ötesidir, hep daha sonrasıdır. Anlamsızlığın, karmaşanın, kaosun ve yitenin, yok olanın karanlık ama bir o kadar da aydınlık, anlamsızlığa anlamlandırmalar üretmeye çalışanın üzerine üretim yapan bir kültürüdür. Bazen bunun için de uğraşmaz.

Post kültür. Bilindiği gibi 20. yüzyılın son zamanlarında ortaya çıkan bir anlayış. Oluşumlarını 1975 ve sonrası olarak tanımlayabiliriz. Asıl atılımını elbette 80 sonrasında, ama özellikle 90'lı yılların son kısımlarında doruk noktasına ulaşarak başlatmıştır.

Ve gelelim klasik müziğe. Post kültür içinde, her şeyin kaosa sürüklendiği, değerlerin yitirildiği günümüzde klasik olanlar da ne yazık ki bundan etkilenmektedir. Bu değersizliğin artmasına neden olan en büyük etken elbette internet kullanımıdır. Artık internetin hayatın bir parçası olmasının yanında sanal kimliklerin var olması ve artık insanların sanal kimlikleriyle gerçeği katıştırıp, gerçek olmayanın gerçekmiş gibi algılaması durumu tabii ki değersizlikleri ve nitelik kaybını getirir. İşte o nedenledir ki hep eskiden şöyleydi, eskiden daha iyiydi, nerede o eski günler şeklindeki tanımlamalar aslında post anlayışla değerlerin hızlı ve takip edemezcesine değişmesinden kaynaklı.

Şöyle; bizler ki zamanında, çok değil belki bundan 15 yıl önce, hadi 10 yıl önce olsun, klasik müziği böyle bir tüketim malzemesi haline getirmeden dinlerdik. Halen de dinleriz tabii. Hatırlayanlar ve bu dönemi yaşayanlar bilir. Bizler klasik müziği radyolardan dinlerdik. Birkaç radyo istasyonu vardı ama klasik müzik için en çok dinlenen ve benim de en çok dinlediğim radyo, TRT Radyo 3 idi. 88.2 adresi ile daha o çevirmeli düğmeleriyle, istasyon aramalı radyo çalan aletlerin ilk başlarında hemen çıkardı. Birçok yerden de gayet iyi çekerdi zaten. Hey gidi analog teypler, radyolar...


Zaman değişmeye, radyolar artık dijital hale gelmeye başlamıştı. Artık frekansları nokta isabet ile arayıp buluyorduk. Neyse, zaman bir şekilde dijitale oradan da sanala doğru gidiyordu. Klasik müziği radyolardan kimisini bilerek kimisini bilmeyerek dinliyorduk biz. Radyo çağını her daim yaşayanlar bilirler, hatta radyoda çalan müziğin kime ait olduğunu öğrenmek için nice çabalar harcanırdı. Bazen o parçayı bulurdunuz, bazen de bulamazdınız. Her daim klasik müziği, klasik bir şekilde yıllar öncesinde radyolardan dinlerdik. O zamanlar kasetler vardı ve sevdiğiniz klasik müzik albümlerini almak için kaset almanız gerekiyordu. E tabii ki müzik anlayışının tamamen farklı yönde giden bir ülkede klasik müzik kasetleri bulmak da o kadar kolay olmuyordu. İşte bu durumlarda da kimi kasetleri bulurduk, kimi kasetleri bulmazdık. Tıpkı radyoda dinlediğimiz müziklerin akıbeti gibi. Eskiden yaşanılan şeyler ne kadar da benzer değil mi?..

Peki sonra ne oldu? Ya da şimdi durum nedir?

Artık değerlerin yitme aşamasında olduğunu yazmıştım. Bilindiği gibi klasik müziğe üst tabakanın müziği de denir. Bunun da etkisi olsa gerek, sanal kimliklere geçen düzende, insanların klasik müziği sanki bir şeyleri göstermeye çalışmaları, ya da abartılı bir biçimde bunu her defasında ifade etmeleri aslında eskiden bu dönemleri yaşamamış, tamamen sonradan ortaya çıkmış birtakım internetçi ve sanal kültürün sonucudur. Yani bu eski kuşağı yaşamadan, sonradan klasik müzik dinlemeye başlamış kesimlerin bunu her defasında belirtmeleri ile, gerçekten klasik müzik dinleyenlerin bunu her daim gizlemeleri doğru orantılıdır aslında.

Klasik müziği elbette yeni dinlemeye başlayanlar da dinlemelidir, yeni kuşaklar da dinlemelidir. Ancak bu "post" günümüzde, sanalla, internetle beraber değerli olanın değerinin azalması durumu söz konsudur. Bunun nedeni şudur: Eskiden dinleyici, eseri ve sanatçıyı ararken; şimdi eser ve sanatçı gerçek dinleyici arar pozisyona geçmiştir. (Tabi internette dinleyici olan arar ama o tüketicidir. Kalıcı olan dinleyici için geçerlidir bu cümle) Bu da eserlerin internetle, reklamlarla herkesin gözüne sokulur biçimde artmasıyla olmuştur. Ya da insanların sanal kimlikleriyle bunu her defasında paylaşmasıyla ve reklamını şahıs olarak yapmasıyla değerler değişmiştir. Yani bu durumda da eskiden bir müzik türü ya da müzisyen kendi kitlesini gerçekten ve kemik kitle olarak oluşururken, şimdi oluşan kitlenin hepsi olmasa da birçoğu tüketim kitlesini oluşturmuştur. Burada bir alıntı yapmam gerek. Bir kitapta okumuştum, aklımda kalan bir söz ama kime ait olduğunu bir türlü bulamadım/hatırlamadım (Kime ait olduğunu bilen olursa bana iletebilir).

Şöyle der: "Modern toplumlarda sanat kitlelere yayıldıkça niteliğini kaybeder."

Ne önemli, ne mühim bir söz aslında. Kısa bir cümlede anlatmak istediğimi de özetler gibi. Tabi bu durum klasik müzik için geçerli değil sadece. Bütün sanat eserleri için geçerlidir. Ancak ben eski ile yeninin uzaklığını klasik olan bir şeyle bütünleyip açıklamak istediğim için ve konuya daha uygun olduğu için klasik müziği seçtim. E tabi aynı zamanda yıllar önce radyodan klasik müzik dinlediğim ve şimdiki durumun değiştiğini gördüğüm için.

Post kültür dedik, işte değerlerin değersiz hale geldiği bir dönemdeyiz. Her şeyin tüketildiği, imaj olduğu bir dönemdeyiz. İnsanlar aradıklarını istedikleri zaman buluyor şimdi. Biz eskiden en çok dinlemek istediğimiz klasik müzik eserinin radyoda çıkması için hazırda beklerdik. Çıkınca da çok sevinirdik. Ancak şimdi dinlemek istediğiniz bir klasik müzik eserini tek bir tıkla internetten bulup anında dinleyebiliyorsunuz. Bu kötü bir şey değil elbette. İstenilen zamanda istenilen şeyin bulunması, insanların internet ile tam istediği eserleri bulduğu ve keşfettiği bir mecra var. Ancak kendi buldukları eserlerin, yayma durumlarında sorun olmaktadır.

Çok farklı bir müzik türünü dinleyen, zıt diye tabir edilen başka bir müzik türünü birlikte dinleyebilmektedir. Bu eskiden böyle değildi elbette. Çünkü herkes kendi tarzına yakın olanları duyar, öğrenir, okur ve o şekilde yenileri keşfedebilirdi. Şimdi her şey kişinin kendi elinde ve kendisi birkaç tıklama ile keşif yapabilir. İşte bu, durum karışıklığına ve o tarzın gerçek kitlesinin değişmesine/oluşmamasına neden olmaktadır.

Klasik müzik de işte bu yeni dönemde, son birkaç yılda klasik müzik dinleyenlerin elinde tüketim ve reklam malzemesi olmaktadır. Bu kişilerin, eskiden bu işler nasıl olurdu kısmından haberleri bile yoktur. Bir anda konarlar, bir anda araştırırlar, öğrenirler ve dinleyip reklamını yapmaya başlarlar. İçsellik, temel gerçek sonradan oluşmaya başlar; ya da oluşmaz. Hey gidi eski günler diyor ben ve benim gibi olanlar. Çünkü yıllardır; ilkokul yıllarımdan beri dinlediğim bu müzik türünün bu kadar düşmesi açıkçası bana hoş gelmiyor. Elbet dinleyenlerden değil, sanat eserine davranışın ve yaklaşımın yanlış olması burada kastettiğim! Tabi yine ucu dinleyenlere dokunuyor...

Yalnız ne olursa olsun klasik müzik, klasik müzik olarak kalacaktır. Bizim gibi olanlar onu tüketime değil, gerçek kitlesine ulaştıracaktır. Dediğim gibi eskiden takip ettiğimiz tarza yakın olanları duyardık, öğrenirdik, okurduk. Çevremizdeki herkese tarzımızdan ya da dinlediklerimizden bahsetmezdik. Bahsettiğimiz kişiler sadece bu konuda ışığı gördüğümüz kişiler oluyordu. Başkaları da aynı şeyleri bizim için düşünürdü. Hâlâ da bu geleneği sürdürenler var. İtiraf etmeliyim ki ben de halen dikkat ediyorum buna. Birine bir şeyi keşfetmesini sağlarken bunu çok değerli kılarak yapmak gerek. Işığı gördüklerinizde.

Sürekli konudan konuya atladım gibi; ama konu çok geniş ve tartışmakla, yazmakla bitmeyen bir duruma sahip. Sonuç olarak post kültürün, internet ağırlıklı döneminde değerlerin yittiği, azaldığı ve değersizleşmeye başladığı çağdayız. Eski olana yeni eklemeler yapılıp yeniden sunulduğunu, eskinin her daim arandığını, klasik olanın da her daim can çekiştiğini belirtebiliriz. Keşke böyle olmasaydı. Keşke klasik olan klasik müzik olan çok değerli bir sanat türü, bu kadar değersiz bir ortamda tüketime sunulmasaydı. Ya da sanal şahısları öne çıkaracak biçimde kullanım malzemesi olmasaydı. Klasik olan bu eserlerin, bu çağdaki durumları onu tüketmek düşüncesinde olanlarla yürümeseydi. Post kültür çağımızda değer verilmesi gereken bir kültür, ama keşke bazı şeylere internetteki sanal kimliklerle birlikte dokunmasa...

2 Eylül 2013 Pazartesi

İstanbul Şehir Görüntüleri

Yakında "İstanbul Şehir Görüntüleri" olarak şehrin birçok yerinden kendi çektiğim görüntüleri paylaşacağım. Hem bulunulan zamanı belgelemesi açısından hem de çekilen yerler hakkında bilgi edinilmesi açısından iyi olabilir.

1 Eylül 2013 Pazar

Nostaljik Tramvay

Gün geçmiyor ki değişmeyen bir yer, bir şey kalmasın. Özellikle de İstanbul'da. Bu yazıda da ele aldığım elbette ki yıllar içinde değişime uğramış olsa da, yine de eski dokuyu yansıtabilen nostaljik tramvay, tarihini bir şekilde hissettirebiliyor size.

Zaten İstanbul'da doku olarak kalan ne kadar malzeme kaldı ki diye düşünüyor insan. Metrobüs gibi yeni çıkan; ama başarıdan ziyade karmaşayı getirmiş sistemler ne kadar doku olabilir ki?

Tabi bazen bu yeni ile eski olanın arasında tercih yapamama durumları da oluyor insanın. Yeraltı metrosuna hiçbir zaman hayır diyemedim mesela, ilk zamanlar 4.Levent ve Taksim arasında olan yeraltı metrosuna.

Ancak nostaljik tramvay bu doku meselesinde öndedir her zaman. Hem tarihi hem de halen kullanım biçimi olarak. Yani yüksek teknolojinin sınırlı derecede içeriğine girebilmesiyle. Taksim Tünel ile Karaköy arasındaki 573 metrelik kısa yolculukların seferlerini yapıyor yılladır. İstanbul'da bunca şey değişmişken, değişmeden kalan bu istikrar treninin yıllar öncesindeki zekanın sonucu mu desek acaba, karar veremedim.
 Yıllar öncesi dedim ama çok yıllar öncesi hatta. Çünkü dünyanın en eski ikinci metrosu olarak kayıtlarda geçmektedir. Ve bu tünelin başlaması Fransız mühendis Eugene Henri Gavand'ın çalışmalarıyla olur. Bu mühendis de zamanında turistik bir gezi için İstanbul'da bulunmuş ve daha sonra dönemin iki önemli merkezini (Pera ile Galata) birbirine bağlayacak projeyi düşünmüştür. Ve bu projesini dönemin padişahı Sultan Abdülaziz'e sunmuştur.
Onaylanmalar ve inşaatından sonra Ocak 1875 yılında hizmete açılmıştır. Tabi o dönemler buharlı bir tren olarak çalışmış. Ve söylenene göre o dönemde elektrik olmadığından gaz lambalarıyla aydınlatılırmış vagonlar. Tabi tarihi doku derken, Osmanlı döneminden kalma olması değil elbet benim kastettiğim. Genel anlamda bir İstanbul dokusu aslında. Salt tarih dokusundan ziyade şehrin tarihi dokusu. Tabi bu şehir dokusunda Osmanlı ya da Türkiye ya da Bizans olması fark etmez. Benim dokudan kastettiğim bütünüyle bir şehir dokusudur. Ve tabii ki şehrin bütünsel tarihi dokusudur.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında seferlerine bir süre ara verilmiştir. Bunun sebebi elbette malzeme/parça eksikliğidir. Tüm dünya savaş içindeyken ve tren bir yabancı üretimiyken, o karmaşada parçaları yurtdışından getirtmek imkanı yoktu demek.


Ve artık bir yenileşme dönemine giren bu tarihi tramvay, 1971 yılında tamamen yenilenmiş ve elektrikli bir düzene geçmiştir.


Evet, böyle bir tarihi ve durumu var bu nostaljik tramvayın. İstediği kadar yenilensin, bu tarihi dokusunu her zaman hisettirecektir elbet.

İstanbul'da bunca değişim, bunca karmaşa ve yeni olduğu halde kirlilik varken, böyle şeyler hep bir adım önde olmaktadır.