Zaman sonra kara bir günün köyünde, sular dalganırken kendi halinde, bu özel çiçek yok olmuş. Kır canlısı da yok olmaya başlamış. Eriyerek, kendini yiyerek. Bu denli uzun, mevsimler boyunca kalan var oluşlar; bir daha haber alınamayacak derecede kayıplara karışmış. Ne büyük bir acının, nasıl felaket düzeyde bir yıkımın yaşandığı ise sadece efsanelerin gözyaşlarında saklı kalmış.
17 Mart 2014 Pazartesi
Kır Çiçeği
Kırlarda çok çiçek varmış. Zaman olmuş geçmiş. Mevsimler
değişmiş. Hepsi ölmüş. Çimenler bile. Ama bir çiçek kalmış, solmadan hiç. Yaz
- kış demeden aynı kalmış. Bunu gören ve kulübesinde herkesten uzakta yalnız
yaşayan, kır canlısı onu fark etmiş. Farklı bir canlıymış. O çiçeğin orada
kaldığını görmüş ve hep onu sulamaya başlamış. Bu özel, solmayan çiçek onun
kırdaki yalnız ve tek olan hayatının varlığı olmuş. Çünkü mevsimlerce hiç solmamış
çiçek. Ve bu kır çiçeği, dört mevsim solmayan kır çiçeği olmuş canlının. Hep onu düşünmüş...
Yok Oluş
Ve işte el sallayan yabancılar görüyordum şimdi.
Yabancıların da olduğu yere yabancıydım. Ben gömmüştüm kendimi. Gözlerim kapalı,
ama açıktı. Benim yanımdan geçen, ama beni görmeyen insanlar vardı. Karanlığın
içinden çıkıp gelen hayatlar geçiyordu önümden. Bulutların şekli gibiydi
gördüklerim. Savurgan bir rüzgâr vardı. El sallıyordun geçenlere, kendimi
istiyordum.
Kavram savaşına girmiştim. Gözlerini açtı derin uykusundan
ve bana merhaba dedi. Nerede olduğumu bilmiyordum. Konuşmalarımı anlamıyordum.
Herkesin suç işlediği yerdeydim. Suçsuzların da suçlu olduğu. Akan nehirler
gördüm hayatta, dokunuşları gördüm, yok oluşları… Derinde ve karanlıkta, kalabalık
bir nefesin üflendiği yerdeyim. Yok oluşları bütünüyle yaşıyordum…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)