BAĞLANTILAR

17 Ocak 2025 Cuma

Arayış İçinde Okumalar: Sinema ile Fizik Sonrası Zaman ve Kısaca Durumlarım

Görselde, yıllar öncesinde fizik üzerine yaptığım okumalarda makaleler ve yazılardan birkaç tanesi var. Binlerce sayfa, yüzlerce çalışmadan birkaç tanesi. Bu yazıda eski okumalarım, sinemadaki akış çizgim, birkaç parça özel not, kısa filmlerimden birkaç bilgi, başarısız olan akademik girişimler ve elbette yine teoride olan düşüncelerim olacak. Okumayı kolaylaştırmak için ara başlıklar atacağım özel bir anlama gerek olmadan. Kimse okumasa da blogu yeniden hareketlendirdiğim için heveslendim o yüzden biraz uzun bir yazı olacak, şimdiden belirteyim. Konular ve paragraflar da birbirinden kopuk olabilir, zira yüzlerce sayfalık kitap yazmıyorum, birkaç paragraflık internet yazısı yazıyorum. Bütün bunları neden yazıyorum, hiç.


 

Henüz gerçek anlamda bir alana yönelim yokken, küçükken zaman kavramını algılamak ve bunu biraz olsun duyumsamak için çok sayıda makale, kitap ve yazı okurdum. O yaşta bu nereden, nasıl başladı bilmiyorum; ama bir şekilde böyle okumalar yapardım. Bunlar arasında özellikle kafa yorduğum Einstein ve onun, zaman üzerindeki ünlü teorileri başta gelirdi (Özel Görelilik, Genel Görelilik). Çünkü onun bu teorileri henüz hiçbir şekilde çürütülemedi ve zamanı fiziksel olarak algılamamız için gerçekçi bir formül oldu. Ve ilginç olduğu kadar sınırsız düşünmeye, zihni hayli yormaya iten bir yapısı da vardı. Yani zamanın felsefedeki düşünsel(?) tartışmalarından çok, ünlü formulü gibi kesinliği ile bize işleyen zamanın fizikselliği ve en azından şimdilik çürütülememişliği ile apaçık gerçekliği idi Einstein zamanı.

Sonra Kaos Teorisi, kelebeğin kanat çırpışı ve sonrasındaki fırtına, kozmik olaylar, gezegenler, teoriler, değişken işleyen zaman vs vs... Peki bu, sinemaya nasıl uyarlanırdı. Yani bir şey yapmak istiyorsunuz, sanatsal bir icra, bir estetik savaşım, belki başka bir şey; ama bir şey yapmak durumu söz konusu ve o da sinema elbette. Buna bir açıklama getirmek doğru olmaz. Bu kendi gelen bir şey. Bu, neden müzik var, neden resim var diye sormak kadar anlamsız bir sorgu çünkü. Zihnin köşelerinden ve duygu dünyanızdan çıkagelen bir his veya başka bir şey veya "Film çekmeseydim delirirdim" (Ahmet Uluçay) diye düşündüğünüz bir şey. Ama bunu sadece yapmakla kalmayıp, altında da teorik birçok ayrıntıyla sanki akademik bir şey örüyormuş gibi boşluksuz ve her yeri bir kırıntıyla dolmuş bir çalışma belki. Neyse, o eski yıllarda var olan böyle bir düşünce işte bendeki. Bir heyecan, bir atılım. Belki Ahmet Uluçay'ın da sorguladığı gibi "Sinema için bunca acıya değer mi?" dediği şey.

DERGİLER, KİTAPLAR VE ARŞİV CD'Sİ

Eski yıl dediğim, yanlış hatırlamıyorsam 2008 olmalı. Daha detaylı kanıt için, o zamanlar TÜBİTAK Dergisi'nin yanında hediye olarak verilen arşiv CD'sinin ne zaman dağıtıldığını bulmak gerekti. Birkaç yıl arayla bu CD arşivinden verdiler. İşte o yıllarda dergideki Einstein yazıları dışında kitapçılardan bulduğum Kaos Teorisi, Rastantılar vb konularla ilgili fizik üzerine okumalarla algı dünyamda bir şeyleri arıyordum. Zaman, sinemada nasıl nüfuz edebilirdi izleyene. Daha önemlisi, sinemayı yapan kişi bunu nasıl sağlardı, haliyle onu izleyenden çok ortaya çıkaran kısım olarak düşünüyoruz. Sinema için felsefik anlamda yapılan tartışmalarda eski çağlardan beri zaman üzerinde çok sayıda filozof ve bunun tartışması söz konusu. Ancak bütün bunların dışında Einstein zamanı, fizik zamanı, fiziksel bir gerçeklik olarak öylece karşımızda duruyor. 

Biraz matematik olsa da sonradan tamamen bıraktığımdan sözel kökenli biri olarak fiziği hep okumaya ve anlamaya çalıştım. Sözelci birinin fizikle ne işi olabilirdi ki denebilir; ama öyle olmadı. Einstein, Kaos teorisi ve farklı konularda fizik üzerine yaptığım okumalarda çok da güzel kaynaklara ulaşmıştım. Bu arada söz konusu dönemin henüz üniversite öncesi lise yılları, yani 2007-2008 ve son olan 2009 olduğunu belirtmem gerek. Eskiden gerçek anlamda hem dergi olarak TÜBİTAK varken ve hem de onun yayınlarınca basılan çok güzel konularda kitapları varken bunlardan çokça okuduğumu da söylemem gerek. Arşivini de bir CD olarak verince elimde bulunmaz bir hazine olmuştu. 

SAAT GİBİ İŞLEYEN BİR ŞEYLER

Uzun bir girişten sonra fiziği anlamak, matematiğin mutlaklığı üzerinden fiziğin yasalarının değişkenliğini ve ikisinin bir aradaki hem uyumu hem de uyumsuzluğu içinde ben de kendimce bu alanlardan sözel anlamda okumaları yaptım. Bu okumaları yaparken kafamda dönen sahneler, saat gibi işleyen bir şeyler oluşuyordu. Bu saat elbette bildiğimiz gibi de değil, zamanda bir bükülme içeren, zaman aralıklarında genişleme içeren değişik fikirler. Zaman, mekan, hareket gibi boyutların birbiri içinde gerçekte var olduğu gibi. Hoş, bu sistemin içinde kütleyi halen tam olarak anlayabilmiş sayılmam. Tüm bunlar bir çılgınlık veya çıldırış olabilirdi benim için pek tabii.

Uzay ve zamanın gözlemciden gözlemciye göre farklı algılanabilmesi ve hatta tüm bunların yanında kanıtlanmayan paradoksları içeren çok sayıda örneğin kafamda yer etmesi, bir şekilde eski zamanlardan gelen bir şey. Kesinliği olmayan, yani aslında 'felsefik aşamada' denebilecek o ikizler paradoksunda uzay aracında yolculuk yapan bir ikizin yolculuktayken zaman aralığının açılması sonucu zamanın dünyaya göre yavaşlaması gibi çokça örnek verilebilir. Hatta hareket edenin, özel görelilikte kendisi değil, kendisi dışındaki olduğu izafiyeti de söz konusu. Hareket edenin küçülmesi, hareket edenin zamanının yavaşlaması ya da kabaca. Bütün bunları düşününce zamanı anlamak, algılamak ve belki biraz öğrenebilmek için Einstein'ın bu 1905 tarihli teorisini her şeyiyle olmasa da kabaca anlamaya çalışmak bir şeyleri algılamamızı sağlayabilir. Hoş, otobüsün içinde zıplarken de aracın arkasına yapışmıyordum, olduğum yerdeydim.


Bunun yanında Kaos Teorisi de ayrıca ilgilendiğim ve özellikle buna yönelik okumalar yaptığım o üniversite öncesi dönemde bir şeyleri hızlıca algılıyor olabilirdim. Taze zihin. Fotonlar, parçacıklar, dalga boyları derken Kaos Teorisi'nde de kelebekler, kanatlar, fraktallar, sigara dumanları ve daha birçok şey. Eh, sözelci kökenliyim demiştim. Fizik okurken formüller, işlemler ve benzeri sayısal şeyler olsa Mısır hiyerogliflerine bakmakla eşdeğer bir şey olurdu zaten o okumalar. Ama yine de sözel anlamda bazı şeyleri öğretmekte başarılı olan yazılar var. Sözel fizikte de iyi eserler yazan Richard Feynman'ı da belirtmek isterim (2 yukarıdaki fotoğrafta bir kitabı görülüyor). O yıllarda ne yapmak istiyormuşum bilmiyorum; ama doğru kaynaklardan doğru okumalar yapmış olduğumu şimdi de olumluyorum.

Bütün bunlar sinemada nasıl işlenir? Sahi, çift yarık deneyini bir sinema filmine nasıl yedirirsiniz? Sinemada fizik ne ölçüde yer alabilir, yıllarca kafamı kurcalayan değişik sorunlardan biri. Aslında çok da zor bir şey olmasa gerek çünkü çokça hissedilir örneği var filmlerde. Zaman nedir, nasıl anlarız, zaman ne kadar değişebilir, ne kadar bükülebilir ya da gerçekten bükülebilir mi? Bütün bunların hepsini yapan bir sanatın var olduğunu da algılmak, bilmek gerek: Evet, sinema. Senaryosuyla veya kurgusuyla bunu başaran bir alan var.

HER ZAMAN BİR KEŞİF HALİ

Yıllarca hep bir şeyler izleyerek bir şeyleri oluşturma, her şeye rağmen bir şeyleri yapma isteği de sadece fizik değil elbette; ama sinemanın en temel unsuru olan zamanı kullanarak bir şeyler yapabilmeyi bir sanatsal haz olarak düşüncede yer ettiğini belirtmem gerek. Sanki o çizgiyi hiç bozmadan o yıllardan bir şeyler önüme adeta düşüyordu. 

2007 yılında ilk sayısı çıkan Total Film diye popüler kültür içinde bir dergi vardı ve ilk sayıda DVD olarak bir film veriyordu. 2004 yapımlı Paul Haggis yönetmenliğindeki Çarpışma (Crash) filmiydi bu. Evet, tam olarak 'kaos' bu filmde vardı. Sonraki sayısında da Kelebek Etkisi filminin DVD'sini vermişti. Halen dururlar. Bu filmler bir fizik, bir zaman atlaması derken bir anlamda birikim sağlayan şeylerdi. Ama ben esas birikimi o dönemler, o dönemki TRT2'de yayınlanan, sanırım adı da 'sinemasal kuşağı' olan yayınlarda almıştım. 21 Gram filmini ilk orada izlediğimde evet demiştim. İşte fizik burada var. Dramanın konusu ve oyuncularından bağımsız olarak, işte senaryo ve biçim buradaki gibi olmalı demiştim. Benzer olabilecek çokça film izlemiş olmama rağmen bazı filmlerin yeri ayrıdır elbette. Ve o dönem kendi yolunuzu oluşturan birikimleri algılıyorsunuz haliyle.

SİNEMA FİLMLERİNE ULAŞMAK

Ayrıca tekrar hatırlatmam gerekir ki daha küçük yaşlarda biriyim o dönemlerde ve bir şeyleri yeni yeni algılıyorum. Ve iyi sinema filmlerine ulaşmak, istediğinizi izlemenin zor olduğu bir dönem. Popüler olanın bir şekilde güçlü olarak pazarlandığı, diğerlerinin de bulunmadığı zamanlar. Haliyle bir VCD, DVD satan en büyük (ve küçük, alt kültür içeren) mağazaya da gitseniz istediğinizi bulabileceğiniz filmlerin pek olmadığı zamanlar. İnternetten izleme dönemi değil, olanların da zaten popüler olduğu dönemler. Halen günümüzde de istendiği zaman istenilen bir filmin tam olarak bulunamadığı bir dönem olduğunu eklemek isterim. Aradığınız bir filme öncelikle yasal platformlardan bakarsınız. Varsa üye olur izlersiniz. Yoksa online ve korsan olabilecek sitelere bakmak zorundasınız mecbur. O da yoksa ne yapabilirsiniz ki? Torrent gibi dosya indiricilere başvurursunuz, bulamazsınız yine de. Bu konuda günümüzde de çokça eksik var ne yazık ki. MUBI platformunun ortaya çıkış fikri de biraz benzer şekilde bir film aramasıyla  olduğunu bilmek gerek. Ama ne var ki yeterli değil, çünkü her platform kendi bünyesindeki filmleri doğal olarak belli bir süre tutmakta. Sonrası yine yokluk. 

Konudan konuya geçer gibi karmakarışık bir yazı gibi gelebilir ama 450 sayfalık kitap yazmıyorum ki uzun uzun burada derli toplu olsun her şey. O yüzden kısa paragraflarla mümkün olan en kısa haliyle olmak durumunda (internet algısına göre çok uzun bir yazı olmuş olsa da). 

ÜRETMEK

Bir şey yapmadan ve onun pratiğine girişmeden önce teorisinin az çok da olsa bilinmesinden yanayım. Bu, sinema için de böyle. Sektördeki alaylılar farklı söylemde bulunsa da. Ancak siz bir hikaye anlatmak istiyorsanız, bir eser ortaya çıkarmayı düşünüyorsanız bazı şeyleri bilmek zorundasınız. Ülkemizde son yıllarda yığınlarca kitap çıkması ve aslında sözüm ona niteliğini kaybeden bir yapıya dönüşmesi de benzer bir eksikliğin sonucudur. Hiç etraflıca şiir okumadan, şiir teorilerine, tarihlerine bakmadan şiir yazmak gibi ya da hiç roman ve roman tekniklerini, yazım-bakış tekniklerini bilmeden roman yazmak gibi. Şiir okuyandan çok şiir yazanın olduğu bir alan denebilir. Biraz eksiklik, biraz da coğrafyanın getirmiş olduğu, yapanda herhangi bir suçun olmadığı durum denebilir. Elbette sözüm ona olanlara.

Bunca okuma, bunca çalışma ne içindi deyip durduğunuz ve yokluk dönemine girdiğiniz ve sonrasında ülke sorunlarına kapılıp aslında yapmak istediklerinizden zorunlu olarak uzaklaşmaya başladığınızda, orada ucu görünmeyen ve ortasında beklediğiniz bir yerde olduğunuz döngüde varoluş savaşı içinde olduğunuzu fark edebilirsiniz kimi zaman. Sistem, bir yerde size dokunmak, bir yerde ele geçirmek ve belki bir yerde sizi yok etmek zorunda. Modernist dönemin işlediği anlamsızlığı bir yandan baskın gelirken bir yandan da modern ve hatta postmodern sonrası bu yeni dönemin kendi dinamikleri de kendi tarzında baskısını kurarken durduğunuz noktada yaşanan varoluş sorunu, modernist dönemde olabilenlerden daha kötücül ve daha kırgın olabilir. Çünkü bilinmezlikleri içerir. Bu dönemin sorunsalları da elbette çokça yıl sonra dönüp sınıflandırılınca anlaşılacaktır ancak, içinde olduğunuz bir şeyi anlamak, önceden ona göre davranmak pek isabetli bir şey değil. 

Farklılıklarınız ve anlayışlarınız ve bir şeyleri üretmek için verdiğiniz karmaşık çabalarınız belki de sizi dönüp durduğunuz bir daire içindeki sonuçsuz yürüyüşlerinizle öylece geçip gidecek. Bunca çaba, bunca deneme ne içindi, dünya üzerinde üretilen bunca eser, bunca müzik, bunca film, bunca fizik ne içindi? Anlamı kendi tarzınızda anlamak için gidilen bir rotanın parçaları belki de başka bir şey. Ve akış içinde dönüp durduğunuz yaşam da kendi tarzınızda sevginizi vermeniz için bir fırsattır. Belki de sadece dönüp durduğunuz döngü içinde. Tüm bunlara rağmen neşenizi ve var olmanın tadını eğlenceyle var etmenin hiçbir sorunu olmasa gerek.

FREKANS UYUMU VE NİTELİK

Bütün bu okumalarla beraber girdiğim üniversitedeki sinema bölümü de doğru bir adımla doğru kararla verdiğim bir şeydi. Çok ayrıntısına girmeden burada öğrendiğim, okuduğum ve keşfettiğim şeyler daha öncesinde zaten kurmuş olduğum akışın üzerine eklenen değerli birikimlerdi. Sinema, edebiyat, şiir, yaşam, bilim ne varsa iç içe geçmiş şekilde değerli anlamlar bütünü. Kendi istemsiz anlayışlarıma bir yerlerde denk geldiğim zaman hemen frekansı ortak yerde bulur, bu aldığım birikimi daha keyifli ve berrak hale getirirdi. Daha öncesinde bilmediğim ve öğrendiğim şeyler, keşfettiğim şeyler arttıkça da bir çeşit mutlu olma hali de oluyordu. Bu yazıya oradan başladım diye bunları sadece fizik veya görelilik teorisi diye de algılamamak gerekir algılarımı. Bu yazıya başlangıç konusu orası olduğu için biraz ağırlıklı oldu. Aslında daha bütünsel bakıp daha üretken noktalarda durmak doğru olacaktır. Nitelikli edebiyat, nitelikli sinema, daha genel ifadeyle nitelikli sanat her türden ne olursa olsun gerçek bir benlik oluşturucu bana göre. Yeter ki o şeyle aranızda frekansı yakalayabilin. Bu yakalanan frekans özellikle de nitelikli eserlerse bu daha iyi bir şey. Frekans sözcüğü gündelik yaşamda da çok sık kullanan biriyimdir aslında. Çünkü birçok şeyde doğru frekansı bulduğunuzda parazitler azalacak, net çekim gücünü alacak ve karşılıklı daha anlaşılır bir iletim/iletişim aşamasına geçeceksinizdir.

Kuşkusuz icra edilen bir eserin nitelikli olup olmadığına karar vermek doğru bir şey değildir. Hiçbir icra kötü olsun diye yapılmamıştır. Bu durum tamamen kişinin kendi benliği, kendi anlayışıyla icra edilen eserin o kişiye duyumsattıklarıyla arasında olan bir şeydir, yani frekansın uyuşması ya da uyuşmamasıdır. Yine de nitelikli olanla olmayanın ayırdı elbette vardır. Beğeni ve yoruma açıklık elbette var ve kötü olan da. Sadece iyi olanlar arasında da bazı farklar vardır. Açmak gerekirse; iyi bir sanat eseri olan iyi bir filmi izlersiniz ve beğenirsiniz. Hatta çok beğenirsiniz. Bu o kadardır ve kötü değildir. Ancak bir başyapıtı izlediğinizde sadece beğenmekle kalmazsınız ondan ilham alırsınız. O eser size yön verir, sizi harekete geçirir. İşte başyapıt ile iyi bir eser arasındaki fark bu gibidir biraz da. Bugün sinema tarihinde de bir başyapıta neden başyapıt deniyorsa işte bu ince ve belki fark edilmeyen ayrıntıda gizlidir. Sizi harekete geçiren ve ilham veren, başka oluşların var olmasını sağlayan bir eser değeri. İyi ki varlar. Çünkü Tarkovski sadece iyi bir film yaptığı için büyük yönetmen değil, aynı zamanlda eserleriyle izleyene ilham verdiği için, onları harekete geçirecek algıyı oluşturduğu için büyüktür.

KISA FİLM SÜREÇLERİM VE YAŞADIKLARIM

Eh, bu kadar fizik dedim, felsefe dedim, bir şeyler dedim. Kendime de geleyim biraz çuvaldızı çıkarıp. Peki, ne yapabildim diye bir çıkarsama yapmak istersem sonucum "hiç" demek olur. Çokça okul kaynaklı basit zorunlu çekimler ve işler dışında (bu sayede teknik tecrübe sağlayıcı) en azından kendi zihnimden çıkardığım ve resmi olarak çeşitli 2 farklı kurumdan destek alan farklı yıllardaki 2 kısa filmim oldu. Bunlar destek alan kısa filmlerdi. Aldıkları destekler bir çekim veya bitmiş bir film değil, senaryo aşamasında verilen destek ödülleriydi. Hissedilir düzeyde bir fizik ya da felsefik ne olabilirdi içinde bunu bilemem, zira o yazılırken bir şeyler bir şekilde çıkıyor zaten içinden.

Ayrıca yazdığınız senaryonun zaman içinde gerçek hayatta da benzer ölçülerde gerçekleşmiş olması eser bakımından isabetli ve iyi bir sonuç; ama pek olumlu şeyler olmadığı için yaşanmış olması da üzücü ne yazık ki. Bu durum bir sevinme unsuru değil, bir sanat icrası aracılığıyla aslında onun gerçek hayatta da gerçek olabildiğini görmek açısından önemli. Bu haliyle insanı yaptığı şeyle, düşündüğü şeyle motive eden bir icra olabilir. Ancak sanatın bu yönü de onu güzel yapan şey değil mi zaten! Detaylara aşağıda değineceğim.

Bu işler, öğrencilik ve hemen sonrası da olsa en azından daha profesyonel anlamda yaptığım ciddi senaryo çalışmalarıydı ve hepsini bir oturuşta yazdım diyebilirim. Yalnızca birkaç saat içinde.

Ancak bu senaryoları nasıl oluyordu da bir oturuşta yazmıştım diye sorarsanız, elbette yıllarca kafamda dönen parçaların uyumlu şekilde bir tema içinde kağıda dökülmesiyle diyebilirim. Onlarca, yüzlerce taslak ve hatta içinden çıkılamayacak kadar yığınla dolu düşünceler. Hepsini kağıtlarda değil bazen zihinde de tutmak gerekebilir. Çünkü henüz kağıda dökecek kadar olgunlaşmamıştır. Sıvı haldedir ve kağıda döküldüğü an yok olabilir. Ne kadar yorucu bir şey; ama işte böyle bir şey. 

Sular Altında'dan bir kare
 

SENARYO SONRASINDAKİ OLUMSUZLUKLAR

İlk resmi destek alan kayıtlı kısa filmimi 2013 yılında 'Sular Altında' ile yaptım. Çok sayıda aksalıkla karşılaşıyorsunuz bir şeyler yaparken. Öğrencilik döneminde yapılan olgun olabilecek işlerden biri. Bu proje de bitmiş bir filmin ödülünü değil, senaryosuna destekti. Ancak bu senaryonun destek sonrası çekilmesi de gerekiyordu. Çekmek ayrı bir şey, çekimden güzel bir sonuç ortaya çıkarmak ayrı bir şey her şeye rağmen. Bu çalışmada iyi bir sonuç ortaya çıkmadı, bunun da kendi içinde nedenleri vardı. Bunlardan en önemlisi, ben senaryoyu yazdığımda o yıllarda Haydapaşa açıktı. Ancak senaryonun ilgili kuruma gönderilmesi ve sonuçlar açıklanıncaya kadar geçen süreçte Haydarpaşa kapandı. Zira senaryoda Haydarpaşa, trenler ve şehir vardı. Hoş, zaten ben ben senaryoya destek aldım. O halde bıraksam en azından tamam bu, bu kadar diyebilirdim.

Sular Altında'dan bir kare

Ayrı bir not olarak trenler bir zaman imgesi barındırabilir bana göre, tek başına bile. Sadece bu anlamda temsiliyet de düşünmemek gerekir ancak böyle bir algısının olduğunu düşünüyorum. Tek işaret olarak zamansallık da değil, tam tersine daha bütünsel bir zaman imgesini göstergesel olarak gösteren bir şey trenler bana göre. Ve daha birçok anlamı, kullandığınız hikaye ya da kurguya göre de bütüne anlam katabilecek güzel bir izlek. Senaryoyu yazdığım dönemde öyküde geçen yer Haydarpaşa'ydı ve artık orası kapanmıştı. Çekim planlarını buna göre düşünmüştüm oysa. Senaryo bittikten ve Haydarpaşa kapandıktan sonra aslında zaten daha çekimler başlamadan benim birçok şeyi çöpe atmam anlamındaydı bu. 

İlLK KISA FİLMİN ÇIKIŞ NOKTASI

İlk kısa film iki genel çekimden oluşuyordu. Biri taşra çekimleri, diğeri de kent. Yukarıda da değindiğim gibi gerçek hayatta da gerçekleşmiş ya da gerçekleşmeye başlamış yaşantıların film evrenine aktarılması söz konusu olmuştu. Ben bu senaryoyu yazmadan önce de aslında yaşanmış ve sonrasında da yaşanacak benzer öykülerin bir yansımasıydı denebilir. Filmdeki hikayenin çıkış noktası, bir baraj inşaatı ve yapılacak barajdan dolayı suların yükselmesi ve beraberinde de bir köyün terk edilmesiyle başlayan süreci anlatan kısa bir filmdi. Öykünün çıkış noktasını bu şekilde kısaca anlatabilirim. Sonuçta bu film; hikayesiyle, yılıyla, resmi kaydıyla ortaya dökülmüş ve kayıtlara geçmiş öykü. Yani alıntı, çalıntı veya fikir kopyalanmasına karşı telif kayıtları var resmi olarak. O yüzden hikayenin çıkış noktasını belirtebilirim. Küçük bir not olarak; çok sonraları benzer bir hikayenin çıkış noktasını çekimi yapılmış uzun metraj bir filmin hikayesini okurken denk gelmiştim. Benim cümlelerim gibiydi; ama film neydi hatırlamıyorum. Sonuçta söz konusu hikaye çokça yaşanmış örneği olan bir durum ve karşıma çıkan o uzun metraj filmde de kafamda soru işareti oluşsa da çok üstünde durmamıştım ki şu an hiç hatırlamıyorum bile filmi. Konu bu değil zaten. Birinci kısa filme geri dönüp devam edeyim anlatmaya.

Sular Altında'dan bir kare

Hikayenin kendi örüntüsünde bir göçten söz ediyordum filmde. Taşradan kente göç. Göç sonrasında büyük bir şehirde tren istasyonu ve trenler olmalıydı. Çekim görüntüsü olarak kafamda kurduğum yer İstanbul ve haliyle Haydarpaşa'ydı. Her şeyin daha stabil işlemesi ve düşünselin harekete geçmesi için çekimleri İstanbul'da yapmam gerekiyordu, ancak Kocaeli'de yapmak zorunda kaldım. Çünkü Haydarpaşa kapalıydı. Orayı hiçbir şekilde kullanamıyordunuz o dönem. Kocaeli'de tren istasyonunda kırsal bir görüntü içinde çekim yapmak zorunda kalmıştım. İstediğim o kent olgusunu yerleştirememiştim. O kent gerçeklik duygusunu da haliyle oluşturamamıştım. Çünkü büyük bir kentte olmanız gerekiyordu.

Yıllardır önünden geçtiğim, içine girdiğim binalar, kalabalıklar ve İstanbul'un çeşitli noktalarının hepsini kafamda zaten kurmuştum. Açılar bile az çok belliydi. Ancak çekimler Kocaeli'de olunca bunların hiçbiri gerçekleşemedi elbette. Olumsuzluklar zinciri projenin üzerine düşünce zaten oradan çıkmanız çok mümkün değildi, basit öğrenci filminden hallice iyi bir sonuç olmamıştı; zira bir de halen az çok öğrenci sayılırdım. Bunun dışında tren istasyonunda çekim izni almak için verilen resmi uğraşlara girmiyorum bile. O zamanlar öğrencisiniz ve İstanbul'da yaşayan biri olarak maddi kayıp dışında uğraşmanız gereken değişik şeylerle karşılaşıyorsunuz. O dönem zordu, belki şimdi bu işler biraz daha hızlı ve kolay hale gelmiştir diye umuyorum.

İKİNCİ KISA FİLM VE YENİ SORUNLAR

Resmi olarak destek alan ikinci projem de 2016 tarihli 'Bilet' adlı kısa filmidi. Bu filmde de ilkiyle ortak olan şey içinde tren ve tren istasyonunun olmasıydı. Bu film biraz hikaye örüntüsü, teması veya algısı bakımından biraz daha distopik denebilecek veya yeni algıyla biraz da abartırsam post-apokaliptik dönem öncesinde var olmanın hallerinden bir kesit olabilir. Savaş veya bir çatışma halinde olan toplumun içindeki çok az sayıdaki insaları ele alıyordum. Belki çok fazla metafor ve gösterge vardı filmde. Elbette sadece bu noktada sınırlamak doğru olmasa da, zihinlerde bir şey belirmesi için kullanmam gerekti bu ifadeleri burada, çünkü aslında tam olarak öyle de değildi belki ortaya çıkarken. 

Bilet filminden bir görsel
 

Bu projede de talihsizlikler oldu elbette hem de büyük talihsizlikler. Hatta belirgin olarak. Bakanlık destekli bir projeydi bu. Daha ilk aşamada destekler açıklandığında, her şeyle tek başıma uğraştığımdan belki, bütçe yapılandırmasında bir şeyleri eksik yaptığımdan talep ettiğim ödeneğin yarısını almak durumunda kalmıştım. Bu projede de bütçe önemliydi çünkü iki farklı kentte çekilecekti bu da. Ancak artık daha bütçeli, masraflı olacaktı.

Senaryoyu hazırlarken planladığım şehirler İstanbul ve Çanakkale idi. O sırada İstanbul'da yaşıyor olmama rağmen çekimlerin bir Çanakkale ayağı vardı. Ve ben bütçe olarak zaten tüm herkesten düşük ödenekte kalmıştım ve bunun üzerine bu talebin de yarısını ödenek olarak almıştım. Ancak yine bir şanssızlık ki İstanbul Anadolu Yakası'ndaki eski ve kullanılmayan banliyö tren istasyonları da o dönem kapatılmıştı. Bir önceki çekimde Haydarpaşa'nın kapanışına denk gelmiştim, bu projede de banliyö istasyonlarının tamamen iptal edilip girişlerin de kapatılıp set çekildiği zamana denk geldim. Projenin destek aldığını öğrendikten sonra kafamda açıları bile kurduğum İstanbul çekimleri iptal oldu ve bir ev sahibi İstanbul bir yarı ev sahibi Çanakkale'de olacak çekimler, Çanakkale ve sonrasında deplasman Eskişehir olarak değişti.

Bilet filminden bir görsel
 

ÇEKİM AÇILARI BİLE HAZIRKEN ŞEHİR DEĞİŞİKLİĞİ

Çekimler Eskişehir'de yer alan bir tren istasyonunda olacağından, burada çekim yapabilmek için izin alma süreci de hiç kolay değildi. Çanakkale ve sonrasında Eskişehir rotası oluştu. Bu da beraberinde yol, konaklama ve çeşitli harcamalarla masrafların kabarmasına da neden olacaktı. Orada tekrar bir minik ekip, bir cast kuracaksınız yeni bir şey oluşturacaksınız derken film yerine başka şeylerle uğraşma durumu, olması gerekenleri aksatıyordu. Olması gerekenler arasında film için yapmam gereken bir kostüm ayarlama işi ve biraz da dekordu belki. O kadar zamanda bunu yapamadın mı diye sorulabilir ama esas sorun bundan sonra başladı.

Devlet Demiryolları, istasyonda yapacağım çekim için izin alırken benden para talep etmişti. Zaten olmayan bir şey üzerine bu kadar üst üste sorun gelince krizin içinde kalıyorsunuz. Bana destek olarak verilen ödeneğin yarısını bir saatlik çekim için istemişlerdi. Yani 2 saat çekim yapsam destek sağlanan ödeneğin hepsini TCDD'ye vermem gerekecekti. Ancak bunun bir ticari çekim olmadığını, yarı öğrenci işi gibi bir şey olduğunu anlatmam haftalar sürdü. Bunun reklam, tanıtım veya benzeri ticari çekim olmadığunı onlara bir şekilde kanıtlamam gerekiyordu. Günlerce dilekçe yazışmaları, günlerce bekleme halleri derken süreç uzuyordu. Okul ile yazı göndermem de mümkün değildi, öğrenciliğim bittiği için. Sonrasında Kültür Bakanlığı, Sinema Genel Müdürlüğü'nün söz konusu kolaylığı sağlamasıyla günler sonra sorunum çözülmüştü. Sürecin bu kadar uzamasındaki bir diğer neden Demiryolları bölge müdürlüklerinin farklı olması. Ben İstanbul'dan başvurular ve dilekçeler yazıyorken, diğer taraftan Eskişehir'in bağlı olduğu bölge müdürlüğü devredeydi. 

Bilet filminden bir görsel
 

Hani öyle çekim ışıkları, kamyonlar, şaryolar, kocaman kocaman alet edevatlar olmayacaktı ama işte süreç böyleydi. Bir kamera ve bir tripot kalmıştı geriye başka şeyleri ayarlamaya zaman bile kalmadan. O dönemler bu işler zordu elbette, şimdi belki dijital dönem derken bu işler kolaylaşmış ve hızlanmıştır. Hepsi bir zaman kaybıydı proje için. Hatırlatmam gerekir ki bu desteğin kabul olması için de size belirtilen tarihlerde bu filmi çekip bakanlığa teslim etmeniz gerekiyordu, zaman sıkışıyordu yani. Eskişehir için izin almıştım sonunda ancak hiçbir şeye zamanın kalmadığı, planlanan tüm tarihlerin sıkışıp kaldığı bir yerde maddi kısıt içinde bir şeyler çabalamak kalmıştı geriye. Eskişehir'e gittiğimde oradaki merkezin dışında bulunan istasyondaki istasyon şefinin çok ince davrandığını da belirteyim. 

GERÇEK HAYATTA HİKAYENİN BENZERİ

Sonuç olarak bütün bunlarla uğraşmak zorunda kalmıştım. İkinci kısa filmin bu süreci daha zorlu ve uğraştırıcıydı ve haliyle sonuç öğrenci filminden halliceydi. Tatmin edici değildi. Ancak hikayenin özüne baktığımda ben almak istediğimi almıştım. Yukarıda da yazdığım gibi, bir zaman sonra yazdığınız hikayenin bir ölçüde bir noktada gerçekleşmesi durumu. Tabii o zamanlar bu hikaye için insanlar çok absürt anlamda değerlendirmiş olabilirdi. Bu karşın sonuç olarak, özellikle günümüze geldiğimizde Rusya-Ukrayna savaşını düşünürsek bu filmin biraz daha anlamlı hale gelmiş olduğu fark edilebilir. Kısa filmimde de filmin fonunda bir savaş hali ve bir tahliye hikayesini boşaltılmış bir kent üzerinden görüyorduk. Bugün savaş içindeki toplumlarda bu tahliye olaylarını, gitmek durumunda olanları ve gidemeyenleri haberlerde hepimiz izliyoruz. 

Bilet filminden bir görsel
 

ÜÇÜNCÜ KISA FİLM PROJESİ DENEMESİ

İkinci kısa filmim Bilet'in uğraşlarla dolu arka planı böyleyken üçüncü, Kültür Bakanlığı'na ise ikinci senaryo projemi 'A' adıyla gönderdim daha sonrasında. Ancak önceki filmin başarısız olmasından mıdır, yoksa gerçekten yeni gönderdiğim senaryoyu beğenmediklerinden midir üçüncü projem kabul görmedi. Olabilir elbette. Ama o filmde de yine şu anda günümüzde yaşadığımız, gördüğümüz savaş esirleri üzerinden işlenen bir hikayeyi ele alıyordum. Zira senaryo telifi ve içeriği de kayıtlarda var. O dönem bu hikaye zincirini oluşturup günümüz gözüyle düşününce isabetli bazı noktaların olduğu durumlar var. Belki bir gün bu projeyi çekmeyi de denerim.

BİRBİRİYLE BAĞLANTILI PROJELER

Bütün bunların yanında bu film projelerimi tekrardan çekmek isterdim elimde olanağım olsa. Kendi arasında bir üçleme gibi planlanmış kısa film örgüsü olarak da ele alınabilir işler. Bir yerde takılı kalmak mı, asla değil bu durum. Sadece eksik kalmış parçalar. Yaşanmış şeyler ve oldu geçti kısımları. Geldiğim noktada yeniden formatlanıp giriş noktasına geri döndüğünüzde, yazının üst kısımlarında da dediğim gibi yapılması gereken şey o başyapıtları izlemek, okumak ve onları algılayabilmek diyebilirim. İşte onlar bunun için varlar biraz da. Bir hazzı yüksek ölçüde duyumsatan, yön veren, harekete geçiren bir güç. 

Fizik mi? Fizik aslında hep var olan bir gerçeklik. Gündelik hayatta bile her zerresine her anında maruz kaldığımız ama fark etmediğimiz fizik. Aklıma geldikçe bir şeyleri buraya yazdım. Bunca şeyi yazıyorsunuz, deniyorsunuz, okuyorsunuz ve döngü içinde dönüp duruyorsunuz belki de. 

AKADEMİK YOL, YÜKSEK LİSANS VEYA DEĞİL

Son ana konu olarak bunca okuma, bunca çalışma ve yolun içinde bir şeyleri yazmak yapmak ve paylaşmak üzerinde olmak da kötü olmayabilirdi. Zamanında çok kez genelde de İstanbul'daki üniversitelerde Yüksek Lisans için denemelerim oldu. Mesela Marmara Üniversite'sine 4 kez yüksek lisans için başvurdum. İlk yapılan yazılı mesleki bilgilendirme sınavını diğer katılımcılara göre ortalama üstü geçip de mülakkatta sondan yazılan kişi oluyordum ilk yıl hariç. Belki bazı şeyleri ifade edebilme yeteneğimin eksik olması belki de başka bir şeyden. Bunu bilemem.

Ancak girdiğim mülakatların birinde, artık benim oraya sürekli başvuru yapmam fark edilmiş olacak ki jürideki bir akademisyen daha mülakatta konuşma başlamadan bana Einstein'e ait olduğunu söylediği bir sözü hatırlattı aşağı yukarı şu çeviriyi kullanmıştı yanılış hatırlamıyorsam; "Sürekli aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek ahmaklıktır" dedi ve "Bu sözü biliyor musun?" dedi, kime ait olduğunu sormak açısından. (orada ahmaklık mı yoksa aptallık mı dedi tam anımsamıyorum, aptallık demiş olsa bile, bunu çeviride var olduğu için olumsuz olarak da yorumlamıyorum - araştırdım). Ben de bilmiyordum (Önce sözü söyleyip bu söz kime ait diye sormuş da olabilir, Einstein'in bir sözü var bilir misin şeklinde bir soruyla da başlamış olabilir. Bu detayı tam hatırlamıyorum. Ama zaten analatmak istediğim bu detay değil). O kadar yıl içinde Einstein hakkında okumuş ben, bu sözü hatırlamadım ya da bilmiyordum. Sonra Einstein söylemiş bunu dedi. 

MÜLAKATTA EINSTEIN SÖZÜ

Burada yorum yapmam gerekiyordu ama mülakkatasınız nasıl yapasınız ki? Bana bunu daha en baştan söylenmesi zaten sen hep aynı şekilde başvuruyorsun ve zaten kabul edilmiyorsun. Farklı bir şey beklemen (yani yüksek lisansa kabul edilmen), ahmaklık zaten boşuna niye başvuruyorsun ki demeye getirilmiş bir cümle gibi. Yani sanki benim oraya alınmayacağımı en baştan kararlaştırmıştırlar gibiydi. Öyle olmasa bile ben aynı şeyi deniyorum ama karşımda da insanlar olduğunu biliyorum; makineler, cihazlar, aletler değil. Yani insansınız, insanız ve aynı şey yapılıyor olsa bile farklı davranabilirsiniz, zira insan duguları ve zekasıyla bu evrendeki üstün varlıktır. Yani aynı sonucu beklemem için hiçbir neden yok. Değişebilirdi belki. Ama zaten daha mülakat başında böyle bir söz söylenmesi boşuna kürek çekmekti. Daha o anda anlıyorsunuz.

MÜLAKATLARDA PROJELER

Kendim için ilk seneki yaptığım lisansüstü başvurum (2014) ve 300 kişi arasından girdiğim mülakat dışında diğer bazı yıllarda yaptığım başvuru ve sonrasında girdiğim mülakatlarda, öyle olmasının daha doğru olduğunu öğrendiğimden bir tez konusu ya da bir proje tasarısıyla gittim. Birinde çekim olarak teknik bir konu üzerinde tez önerim vardı. Bir diğerinde sosyal medya, algılar, hızlı tüketilen içerikler ve sinemanın buradaki yeri oldu. En son girdiğim mülakattaki çalışabileceğim konu ise sinema ve renkler idi. Bu konuda daha önce hiç kapsamlı bir çalışmanın yapılmadığının bilincindeyim. Renklerin sinemada algıyı nasıl değiştirdiği, örneğin bir Matrix filmindeki tonlarla bir Amerikan romantik komesidindeki renklerin algılarımızdaki çeşitlilikleri üzerinde bir çeşit inceleme yapabileceğimi belirtim. Tabii yine mülakatı geçemedim. O yıl da sanırım son denememdi teknik olarak. Kütüphanemde de hatırı sayılır kitap arşivim vardır ve yazın dünyasındaki yayınları da her zaman takip ederim. Kapsamlı bir sinema ve renk üzerinde çalışmaya denk gelmedim, bunu da belirteyim.

Her şeyi paket servis hazır olarak sunmak yerine zaman içinde akademik çalışan tecrübeli insanlarla yön vermenin daha doğru olduğunu düşünenlerdenim. Hatta yola çıkarken başladığınız proje bambaşka bir konuya ve alana da kayabileceğinin bilincedeyim zaman içinde, o yüzden konular ve bu konuların genel olarak bir tanıtımı gibi detaylar dışında çok bir şey sunamazdım. Ancak belki kendimi ifade edebilme yeteneğimin kısıtlı olması olabilir. Bilindışı algı ve bilinç dahilinde o anlarda bir şeyler zihinde sürekli çalışmaya, her koldan sizi bir bombardımana tutuyor belki. 

Gündelik hayatta yaptığımız konuşmalar o kadar da anlamlı değil aslında. Düz, sıradan ve basit. Bunun içinde aranan gizem ne ise o kadar çıkar çıkabilecek şeyler de. Ben de daha ötesini bilmiyorum. Ve uzun bir filmi belki daha odaklanarak yapabilmeyi bir akademik alandayken yapabileceksiniz. Bu yüzden ertelenen bir şeyler olmuş olabilir. Şu bir olsun sonra bakarız, şöyle olsun da ona bir yerden başlarız gibi; ancak ülke gerçeği olarak genelde olduğu yerde kalan ağır, noktasal bir hiçlik başlangıcı belki de. 

Sahi Einstein sözü mü yazmak lazım bu yazıya. Ben bir sözünü biliyorum ve onu kullanmayı daha uygun görüyorum. Evet onu hatırlıyorum ve biliyorum. Bir Einstein sözü:

Tanrı zar atmaz! 







 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder