BAĞLANTILAR

20 Şubat 2012 Pazartesi

Oktay Akbal'dan Sevgililer Günü Yazısı

Oktay Akbal, 1949'da ikinci kitabı olan ve öykülerini içeren "Aşksız İnsanlar"ı çıkarmış, o dönem umut vadeden yazarlar arasına girmiştir. Bu öyküler; öyle güzel bir dille ve etkileyici şekilde yazılmış ki, her Oktay Akbal öykülerinde olduğu gibi tatlı bir hüzün/sevinç yaratır.

Nice güzel yazıları, içsel romanları, öyküleri vardır. En son 16 Şubat 2012 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde "Evet/Hayır" adlı köşesinde sevgililer gününe dair bir yazı yazmıştır. 1923 doğumlu Akbal, köşesinden işte bunları söylüyor:



"Sevgililere bir gün yetmez!

Niye bu soğuk şubat gününü seçmişler? Sevgililer için daha uygun bir başka gün yok muydu? Haziran, Mayıs, Eylül....


14 Şubat yine geldi. Gazetelerde ilanlar, sevgiline, eşine, arkadaşına şunları armağan eti Al onu bir deniz kıyısına git! iki bardak şarapla dal bir hayal dünyasına! Bilmem siz ne yapacaksınız? Ben günden güne silinip giden anılarımla başbaşa kalmak isterdim. Anılar oldukları yerde durmazlar ki! Değişirler, kılıktan kılığa girerler. Sen yaşadım sanırsın, oysa kendini aldatmışsındır...


14 Şubat için bir şeyler yazmaya kalkıştım. Sizin için değil, biraz da kendimi oyalamak için. Aynı gün gazetede çıksın diye. Oysa olmadı, salı geçti, geldi perşembe! Sevgililer günü geride kaldı. Günü gününe yazmak gazeteciliğin işidir. Nerde bir şey kulağına çalınsa oturup hemen düşüncesini yazmak! Doğru yanlış!


Ben, kim vermiş bu adı, dedim. Sevgililer için bir gün ayırmayı! Hem de yılın en soğuk ayını, şubatı. Eşim, "Bilgisayara bak öğren" dedi. Yapamadım, her zaman doğruyu mu söyler bu makineler? Baktım, benim için yazılanlara... İlk yazılarını Hürriyet'te yazdı, demiş. Ama doğru değil, Hürriyet'te hiçbir yazım çıkmadı. Okurlarımı aldatıyor bilgisayar! Daha kimleri, neleri, yalan yanlış veriyordur....


Bir dost, "14 Şubat'ı rahibeler vermiş'' dedi. Rahibeler ve sevgililer!.. Hiç yakışmıyor birbirine! Onlarınki İsa aşkı. Onlar İsa'nın sevgilileri, hep sevgili kalacaklar, eş meş olamayacaklar!


Böyle bir adı verenler, bulanlar, uygulayan ya da uygulatanlar, büyük sermaye sahipleri!.. Para kazanmak, çok ama çok kazanmak için uydurmuşlar kendi kendilerine, bizlere de, tüm dünyaya da kabul ettirmişler. Bak, Anneler Günü, bak Babalar Günü, bak Sevgililer Günü, git pahalı armağanlar al, sevinsinler!.. Bir eksik var, o da Dedeler ya da Nineler Günü!.. Bunu neden anımsamamışlar, herhalde dedelere ninelere kimse bir armağan almaz diye! Yaşlanmışlar, unutulmuş gitmişler. Kimi evlerde, odalarda kapalı, birçoğu da Darülacezelerde, biraz parası olanlar da lüks bakım evlerinde...


14 Şubat geldi geçti. Ben sevdiğime bir şey alamadım. Dedeler gününde yaşadığım için değil, anılarımda sevgilime bir tek gün değil, tam yaşantımı verdiğim için... Yine de, kutlu olsun sevgililere, sevgi denen gücü gerçekten yaşayanlara, yaşatanlara..."

Çınardan Öte Bir Orman: Oktay Akbal

Oktay Akbal Kimdir ?

 
Türk çağdaş öykücülüğünün, çağdaş yazınının en önemli adlarından biridir Oktay Akbal. Yazdıklarıyla, kişiliğiyle, tavrı ve duruşuyla Türk edebiyatında önemli eserler bırakmış, adını ve eserlerini derin bir şekilde kazımış bir renktir. Akbal hakkında kısa bir bilgi verilecek olursa:
 
20 Nisan 1923 yılında İstanbul’da Şehzadebaşı’nda doğmuştur. Okulunu Saint Assomption Koleji ve Saint Benoit’da okudu. Ortaokul ve liseyi 1941-1942 döneminde İstiklâl Lisesi’nde bitirdi.
 
Lisenin ilk yıllarında dergilere yazı göndermiş, yazıları gazete ve dergilerde yayınlanmaya başlamıştır. İlk yazılarında dönemin piyasa yazarlarının etkisi vardır; ancak gerçek edebiyat diye bir değerin olduğunu Sait Faik ve Sabahattin Ali’nin öyküleri ile anladığını belirtmiştir kendisi. İlk imzalı yazısı 1939’da (19 Mayıs 1939) İkdam gazetesinde “Ana Katili” adlı öyküsüdür. Servet-i Fünun ve çeşitli dergilerde eleştiri ve çevirileri yayınlanmıştır.
 
1944’te Hukuk Fakültesi’ne girdi, ardından Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi’ne yazıldı. Fakültedeki öğrenimini kendince koyduğu nedenlerden dolayı yarıda bıraktı. Bu arada ilk kitabı 1946’da “Önce Ekmekler Bozuldu” çıktı. 1949’da “Aşksız İnsanlar”, 1950’de ilk romanı “Garipler Sokağı” yayınlanmıştır. Cumhuriyet gazetesinde “Evet/Hayır” adlı köşesinde yazmaya devam etmektedir.
 
Çağdaş Türk edebiyatının ana damarlarından biri olan Oktay Akbal, ileri görüşlülüğü ile nice eserler bırakmıştır insanlığa. Yazmıştır, hâlâ da yazmaktadır. İlk kitabı 1946’da çıkmıştır ve ilk cümlesi şöyledir: “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey…”
 
Aradan yıllar ve yıllar ve yıllar geçmiş, ülkede ve dünya da nice olaylar olmuş, nice sistemler değişmiş; ama Oktay Akbal tarzıyla, düşüncesiyle değişmeden kalabilmiştir. Kendi deyişiyle, ‘sonra her şey…’ bozuldu ama Akbal, kişiliğinden hiçbir şey kaybetmeden, tutarlı ve aydın kimliğiyle köşesinden hâlâ bizlere seslenmektedir. Oktay Akbal, insan bir ormandır der, kendisi bir orman kadar zengin ve birikimlidir. Daha nice yılları olsun…

Gazetelerin Kitap Ekleri

Aşağıda hangi gazetenin hangi günler kitap eki verdiği alfabetik olarak sıralanmıştır:

Agos Kitap Eki – Her ayın ikinci cuması
Akşam Kitap Eki – Her ayın ikinci haftası cuma günü
Cumhuriyet Kitap Eki – Her hafta perşembe günü
Dünya Kitap Eki – Her ayın ilk cuma günü
Evrensel Kitap Eki – Her ayın son cuması
Milliyet Kitap Eki – Her ayın ikinci haftası çarşamba günü
Radikal Kitap Eki – Her cuma günü
Sabah Kitap Eki – Her ayın üçüncü haftası cuma günü
Star Kitap Eki – Her ayın ilk perşembe günü
Taraf Kitap Eki - Her ayın ilk cuma günü
Vatan Kitap Eki – Her ayın on beşinde
Yeni Çağ Kitap Eki – Her ayın üçüncü haftası cumartesi günü
Yeni Şafak Kitap Eki – Her ayın ilk çarşamba günü
Zaman Kitap Eki – Her ayın ilk pazartesi günü

İstiklal Kitabevi

Bazı kitabevleri vardır, içinde gezersiniz, yine gezersiniz ve her seferinde yeni şeyler keşfedersiniz. Hiç bilmediğiniz ama hoşunuza giden nice yazarlar bulur, nice kitaplar seversiniz. Popüler kitapların dışında gerçek anlamda değeri olan, sanatsal kaygıyı koruyan bu nedenle de hak ettiği yeri –her zaman olduğu gibi- bulmayan o kadar çok kitap vardır ki.

Okuyucu bu kitapları nasıl bulacak, nasıl keşfedecek? Genel olarak popüler kitapların gelip gittiği kitabevlerinde, eserin kalitesi yönünde seçme şansının çok olmadığı durumlarda, ne yapmalı? Mecbur bırakılarak, popüler anlayışın dayattığı ‘eser’lerin okunduğu ortamda gerçek okurun keşfetme şansı düşecektir - kitabevleri popüler anlayışla hareket ederse. Gerçek okur; etrafında yığınla saldırısına uğradığı reklamlardan, haberlerden kendisini sıyırarak, onun için değerli bir yere sahip olacak olan kendi keşfettiği ya da kendisinin seçerek aldığı kitapları okur/okuyacaktır.


Keşfederek kitap okumak için de popüler kitapların dışında, birçok farklı kitabın da olduğu kitabevlerine ihtiyaç vardır. Geçmişten gelen birikimi olan, yıllarca raflarda alınmayı bekleyen kitapların olduğu kitabevlerine…

Çünkü popüler anlayışın arkasında(!) kalan o kadar güzel o kadar değerli sanat eserleri vardır ki, bu eserler hâlâ keşfedilmeyi bekler. İşte bu eserleri keşfetme yolunda -popüleri de bilerek- adımlar atanlar gerçek okur yolunda ilerleyenlerdir ya da gerçek okurdur. Kitabevlerine geleceğim; ama önce bu konuda Hilmi Yavuz’a kulak vermek gerek. Hilmi Yavuz der ki(*);

“Elbette bir yazarın kitabının ‘çok satan’lar arasında olması önemlidir. Bunu inkâr etmek, abesle iştigal olur. Ama ‘çok satıyor’ların liste başında bulunmak, romanın edebi değerinden çok, yazarın medyatik pazarlanma kampanyasının çok başarılı bir biçimde yürütülmesinden kaynaklanıyorsa, orada bir problem var demektir. Bu problem, yazarın ‘niteliksiz’ okurla buluşuyor olması ile ilgilidir (…)

‘Nitelikli’ okurun ayırt edici özelliği, edebiyatı hem geçmişi hem de şimdi’siyle takip etmekte gösterdiği devamlılıktır. ‘Nitelikli’ okur, edebiyatı televizyonlardan ya da gazetelerden izlemez; onun bilgilenme kaynağı daha çok, sürekli olarak uğradığı kitabevleridir. Ve elbette, asıl önemlisi, ‘nitelikli’ okurun kitap satın almasında belirleyici olan, gözalıcı reklam kampanyaları, billboardlar, ipe sapa gelmez söyleşiler vs. değil, okurun kendisinin edebi beğenisidir. O beğeni de, edebiyat hayatının izlenmesindeki devamlılıktan kaynaklanır. ‘Nitelikli’ okur ile ‘niteliksiz’ okur arasındaki fark, işte tastamam buradadır (…)”

Evet, okurun sanatsal beğenisi; kendi seçtikleriyle ilintili olmalıdır; dışarıdan, seçime etki edenle değil. Ama okurun, bu beğeniyi kazanması için Hilmi Yavuz’un da dediği gibi sürekli olarak kitabevlerine uğraması gereklidir. Peki, ya kitabevleri de keşfi yok eden, popülere yaklaşan özellikte olmaya başlarsa? Şimdi de sorun okurda değil, okura imkân bırakmayan anlayıştadır. – Gerçek okur ya da Hilmi Yavuz’un dediği ‘nitelikli’ okur için büyük bir sorun değildir tabii ki ama bir engeldir, büyüyebilir.

Yazının başında da bahsettiğim gibi içinde saatlerce gezip, popülerin ardında kalmış kendi beğenimize hitap eden yeni ve muazzam eserler bulmayı sağlayan kitabevleri olmalıdır. Nitelikli kitabevleri, nitelikli okurun artması için en önemli yerdir. En son İstanbul İstiklal Caddesi’nde kapanan İstiklal Kitabevi, nitelikli okur için büyük bir kayıp olmuştur. Popüler anlayışın, gerçek okur üzerinde kurduğu baskı, İstiklal Kitabevi örneğinde olduğu gibi artmaktadır. Popüler tarzdaki kitabevlerinde önemli olan nitelikli eser okutmak değil, pazarlamadan kaynaklı satış yaparak para kazanmaktır. Elbette bu, yayıncısı yazarı vd. için iyi bir durum ancak, pazarlamadan kaynaklı nitelik düşüyorsa –ki kazanç için düşmekte- gerçek okurun üzerinde baskı oluşur ve sanatsal kaygı yerini paraya bırakmış olur.

Kaliteli kitabevlerinin gün geçtikçe azalması, para kazanmanın popüleri izlemekle daha kolay veya daha fazla olduğuyla açıklanabilir. Kitabevleri azaldıkça da, gerçek okurlar düşünceli bir şekilde, olan biteni izlemekle yetinmekten başka bir şey yapamayacaktır. İstiklal Kitabevi kaliteli bir kitabevi olarak belleklerde yer edinmiştir artık. Bundan sonra nitelikli kitabevlerinde güzel vakit geçirenler, keşif yapanlar, İstiklal Kitabevi’nden eksik kalacaklar. Yazıyı, bir zamanlar, Atilla Birkiye’nin “İstanbul’da Aşktan İkmale Kalanlar” romanının İstiklal Kitabevi’ndeki vitrini süslediğini hatırlatarak, yazarın İstiklal Kitabevi adlı yazısından bir alıntıyla bitireyim(**):

"Taksim tarafından gelirken İstiklal Caddesi’nin baş taraflarında solda. Bir kitabevi, buluşmak için çok anlamlı ve de çok ilginçtir.  Rafların arasında dolanırsınız; buluşma heyecanı sarar sizi… kitapları tek tek alıp, sayfalarını karıştırıp, şöyle bir göz atıp... yüreğiniz kabarıyorsa, hiç önemi yoktur elinizdeki kitabın hangisinin olduğu…

Ya da heyecanınızı kitaplarla giderirsiniz; bir-iki yeni çıkmış kitap alırsınız. Kim bilir unutulmuş bir yazarın aşk denemeleri aradan elinize gelmiştir. Duruma uygundur, sanki “beni al” diye raftan fırlamıştır; ah, denemenin aşk ile akrabalığı…" (...)


(*)   : (Budalalığın Keşfi – ‘Niteliksiz’ Okur başlıklı yazısı- s.88 – s.89 / Can Yayınları)
(**) : İstanbul’da Âşıklar İçin Buluşma Yerleri – İstiklal Kitabevi adlı yazısı / Özgür Yayınları

X Kuşağı – Modernizm – Varoluşçuluk Bağlantısı

Denilebilir ki, x jenerasyonu ile modernizm ve varoluşçuluk (egzistansiyalizm) arasında bağ olur mu? Her şeyin özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası patlak verdiği yakın çağda, kıtalararası bazı konularda benzer süreçler yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın dünya nüfusunu azalttığı 1940’lı yıllar ve sonrası, azalan nüfusu arttırmak için ülkeler yeni politikalar geliştirmiştir.

Avrupa’da savaş sürecinde ve sonrasında yaşanan bunalımın devamında yaşanan boşluk, hiçlik, anlamsızlık, sorgulama dürtüsü; yeni anlayışları çıkarmıştır. Bunun en önemli örneği Sartre’ın adını koyduğu Varoluşçuluk akımıdır. Avrupa’da büyük yankı uyandırmış, çağdaş felsefe akımları arasında önemli bir yere oturmuştur. Bu sürecin felsefi bağlamında Avrupa’da önemli bir değişiklik yarattığı görülür. Sanatta savaş sonrası psikolojinin etkisi hissedilmiş, varoluşçu akım özellikle edebiyat olarak kendisini her alanda göstermiştir.

Avrupa’da böyle etkili bir süreç yaşanırken, Amerika’da da buna benzer bir süreçten geçildi. Bu süreci en etkili biçimde yaşayanlar da belli bir dönemin yaşayanları olarak ‘x kuşağı’ olarak adlandırıldılar. Kayıp Kuşak, Gen x, X Jenerasyonu vb. şeklinde tanımları da vardır.

Amerika’da ‘X Kuşağı’ dönemine nasıl geçildi? Savaş sonrası bunalımında devletlerin uyguladığı nüfusu artırma politikası, dünyada bir milyar çocuğun dünyaya gelmesine neden olmuştu. Nüfus arttırma politikasını uygulayan ülkelerden birisi de Amerika’dır. Amaç, savaşta azalan nüfusu arttırıp yeni hayatların oluşmasını sağlamaktır. Amerika’da 1946-1964 yılları arasında nüfusun artmasına neden olan kuşak, “baby-boomers” olarak adlandırılır.

Bu süreçte, teknoloji de gelişime aşamasındadır. Kapitalizm gelişme döneminde, sanayileşme güç kazanmakta, şehirleşme hızlanmaktadır. İletişim de değişen dünya düzeninde güçlü bir unsur olmaya başlamaktadır. Nüfusu arttırmak için yapılan çalışmalar arasında yapılan reklamlar, politik propagandalar, televizyon; nüfusun artması aşamasında önemli bir rol oynamıştır. Baby boomers, o dönemde kapital toplum yaşantısına karşı durmuş, patlak veren Rock’n Roll anlayışının da içinde olan kuşaklar arasında olmuştur. Ama buna rağmen gelişen sanayileşmenin etkisi ve yaşam koşulları bunu gerektirdiğinden, bu kuşağın birçoğu fabrikalarda, bant üretimli işlerde, makineleşmiş bir şekilde çalışmaktaydı. Baby-boomers kuşağından sonra gelen ve baby-boomers kuşağından çok farklı olan yeni bir kuşak ortaya çıkmıştır. 1965-1980 yılları arasındaki zamanı kapsayan süreçte ortaya çıkan kuşak, “X Jenerasyonudur”. Diğer tabirle “Kayıp Kuşak”tır.

Bu kuşağın özelliği kendi kendisini yetiştirmiş olmasıdır. Bunun sebebi, yukarıda belirtildiği gibi, ebeveynlerinin değişen dünya düzeni nedeniyle fabrikalarda, çeşitli işlerde makineleşmiş bir şekilde çalışmalarıdır. Böyle olunca da, savaş sonrasında patlak veren nüfus; ebeveynlerinin kontrolü dışında, kendi kendilerini yetiştirmek zorunda kalmasıdır. Bu nedenle ”x jenerasyonu” ya da “kayıp kuşak”ın, aile kavramına bağlanmadan, bireysel özgürlüğü savunarak gerçek özgürlüğü açığa çıkarmalarına neden olmuştur. Bireysel tavır, bu kuşağın toplumla çatışmasına neden olmuş, farklı gördüğü toplumdan dışlanmış hissetmesine kadar ilerlemiştir. Birey, kendisini yaşadığı topluma ait hissetmeyen, bulunduğu yerle çatışma yaşayan uyumsuz, farklı olan biri olmuştur.
Durum o kadar ciddi bir hal almıştır ki, bu kuşaktan önemli bir bölümü evlilik hatta yaşam dâhil birçok şeyi saçma bulmuştur. Birey toplumla çatışma yaşadığından, kendisini dünyaya ait hissetmemekte, bu nedenle iç dünyasına daha fazla yönelmektedir. Bu kuşağın bireyleri artık sosyallikten de uzak, tamamen boşluk ve dışlanmışlık hissiyle karşı karşıya kalmıştır.

X Kuşağının çalıştığı işler, onları; memnun etmemekte, ailelerinden kopuk, bohem ve mutsuz yaşamın içinde sürüklenmelerinde daha da etkili oldu. Yaşadıkları hayat, hiç de reklamlarda onlara sunulan hayat gibi değildi. Saçmalık düşüncesi, alıp başını gitmiş, iç hesaplaşmalar bireyin kendisi ile çatışmasına, her şeyi sorgulamasına ve intiharlara neden olmuştur. Saçma, bireysel düşünce, anlamsızlık, hiçlik, boşluk ve buna benzer anlayışlar x kuşağının düşünce sistemlerine oturmuştur. Amerika’daki süreç böyleyken, tam burada Avrupa’ya dönmek gerekirse, benzer bir sürecin burada da yaşandığı görülür. Amerika’daki gibi bir kuşak adı olmasa da, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan bunalım, benzer süreçleri beraberinde getirmiştir. Varoluşçuluk akımının dünyada ciddi anlamda ses getirmesi de, benzer süreçlerin yaşandığı bir sistemin her yerde kendisini göstermesidir. Yukarıdaki saçma, hiçlik vs. olarak bahsedilen kavramlar, egzistansiyalist akımın önemli kavramlarıdır. Benzer süreçler benzer sonuçlar doğurmuştur. Ancak Avrupa’daki sistem, önemli bir felsefi altyapı ile birikerek gelmiştir. Bu konuda Avrupa daha öndedir, Amerika örneği, benzer sürecin olduğunun detaylı açıklamasıdır.

Modernizm, 1800’lü yılların sonunda yavaş yavaş doğmaya başlamışken, aslında İkinci Dünya Savaşı modernizmi getirmiştir tam anlamıyla. Modernizm, -tabii ki çok geniş konudur ve üç beş cümleyle anlatılamaz, ama çok kısa olarak- bireyin içe dönüşü, kendisinden kuşku duyması, ana akıma karşı duruşun ve yabancılaşmanın olduğu bir akımdır. – Avrupa kaynaklı olarak. Sanayileşme de modernizme geçiş sürecinin hızlanmasını sağlamıştır. Ancak Avrupa, bu durumu sanatsal anlamda kullanmayı başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bireyin varoluşçu anlamda yaşadığı hiçlik, saçmalık düşüncesi ve bunalımları özellikle Edebiyat eserlerinde (Sartre, Camus, başta olmak üzere) görülmüştür. Avrupa’da avand-garde anlayışların ardından çok daha etkili ve çok daha güçlü altyapıya sahip sinema akımları bu bağlamda ortaya çıkmıştır.

Görüleceği gibi, bir kıtada “varoluşçuluk” olarak, diğer tarafta oluşum ve anlayış açısından benzer bir durum olarak “X Kuşağı”dır. Modernizm ise, daha geniş açıdan baktıran küresel bir akımdır, oluşumu Avrupa olsa da, belli bir kıtaya mâl edilemez.

Eski ve Yeni TRT

TRT 1'in Eski Logosu
TRT. Evet, ama eski TRT. Bundan yıllar önce TRT 1, kapalı gişe sinema kuşağı ve sinema kuşağı olarak pazartesi ve yanlış hatırlamıyorsam çarşamba günleri (cuma da olabilir) filmler yayınlardı. Sahi, ne kadar hoş ve verimli bir kanaldı. Hiç kaçırmazdım, her hafta (haftanın iki günü) bu günlerde izlerdim. Yeni yeni bu işlere kafa yoranlar için çok verimli, besleyici bir özelliği vardı TRT’nin. 

Benim ilk başlarda sinemaya ilgi duyup sevmemi ve zamanla bu iş için kafa yormamı sağlayan tetikleyici bir kanal olmuştu. Bir örnek olarak, Forrest Gump’u ilk olarak orada izlemiştim. Daha nice niceleri… Adını hatırlamadığım onlarca film… Değerli, besleyici, güzel vs…

Şimdi böyle TRT 1 yok.
TRT 1'in Yeni Logosu

Bir de TRT 2 vardı. Özellikle Pazar günleri akşam saatlerinde kaçırılmaması gereken bir kanaldı TRT 2. Önce ‘Selim İleri’nin Not Defterinden’ adlı o harika program olur, ardından saat 20.00’da ‘Sinemasal’ adlı sinema kuşağında çok güzel filmler yayınlanırdı. TRT 2’nin bu zamanını neredeyse hiç kaçırmazdım. İlk kez orada izleyip sonraları takip etmeye başladığım nice film/yönetmen/oyuncu vardır.

Ali Özgentürk’ün Mektup filmini ilk bu sinemasal kuşakta izlemiştim. Filmi çok beğenmiş, zaman sonra Ali Özgentürk’ü kült yönetmenlerimden biri yapmıştım. Gerçi bundan daha sonraları TRT 1 de Mektup filmini yayınlamıştı. Bu kuşakta ’21 Gram’ları, ‘Kaç Para Kaç’ları, izleyişimi dün gibi hatırlarım. Daha nice, niceleri…
Evet, şimdi böyle TRT yok. Her şeyiyle sanattan, bilgiden yoksun, eskisi ile arasında dağlar kadar fark olan TRT var. Gerçekliğini yitirmiş bir TRT.

Eski - Yeni Nesil Metrolar


İstanbul’un bir zamanlar eski metro vagonları vardı. 2000 tarihinde açılan 4.Levent - Taksim arasındaki metronun insanlara hissettirdiği ilk telaşı, yerin kat kat altına ilk kez inmenin çekimser bir sevinci vardı aslında. Ve uzun zaman boyunca 4.Levent - Taksim arasında bu trenlerle yolculuk edildi. Koltukları, ikili olarak hem düz hem ters hem de yan olarak bizi karşılardı. İlk zamanlardaki metro buydu. Ayaktaki insan sayısı şimdikine göre biraz daha az kapasitede olan vagonları vardı.
 



İstanbul’da yeni nesil metroda, koltuklar vagon boyunca karşılıklı üç grup halinde koridora bakar pozisyonda dizilidir. Her grupta sekiz koltuk vardır. Ayakta duracak insan sayısı önceki nesil metroya göre, daha fazladır. Ancak, o koltukların yan yana dizilmesinde hesaba katılmamış şeyler var. Mesela göbekli, şişman ya da daha genel tabirle biraz kilolu insanlar kriter dışında kalmış. Koltuklar daracık, biraz şişman biri otursa, oradaki sekiz kişi doğal olarak tıkış tıkış oluyor ya da bir kişi eksik oturuluyor. İnsanların göbekli ya da kilolu oluşu hesaba katılmadan kabul edilmiş bir metro tasarımıyla yolculuk yapıyoruz.
 
Yeni metronun tadı ayrı ama, eskisi ile eski zamanları hatırlayanlar için, hem yolculuğun tadı farklı tat bırakırdı hem de nostalji o ilk yılların tiril tiril metro görünümüyle hissedilirdi.
 

 Yeni nesil metroların olumlu yönü var tabii ki: Vagonların içinden birbirine açık olması, insanların eskisindeki gibi şekilden şekle girmekle kazandıkları hareket şampiyonluğunu daha da azaltmıştır. Artık bu küçük koltuklu metrolara alışıldı tabii. Şimdi geniş koridorlarda millet birbirine baka baka yolculuk yapıyor.
 

 Önceden metronun içinde başka unsurlar da vardı: Kameralar. Eski nesil metrolara sonradan eklenmiş olsalar da, bir vagonda o kadar çok kamera vardı ki, izleniyor olmanın rahatsızlığı mide bulantısına yol açıyor, bulantı boğazda kalıyordu. Bu durumda insanlar yere bakıyordu genelde. Psikolojik olarak bireyi sanki suçluymuş gibi bir düşünce kalıbının içine atacak güce sahipti kameralar. Yeni nesil metrolarda bir de bu suçlayıcı kameralar yok.
 


İnsanların sürekli bir değişimin içine atılması, zorunlu olarak alışma psikolojisini devreye sokar. Memnun kalmayanlar ise şikâyet eder, iyi olduğunu düşündüğü eskiyi savunur hep. Şu anda taşıma anlamında daha rahat olsa da ilk olan metronun yeri birçok kişide hep farklıdır.
 
Eski nesil, yeni nesil vb. zaman geçtikçe hep değişecektir. İnsanların, içinde anılar bıraktığı bu güzel taşıma aracı değiştikçe burada kalan anılar da değerli olacaktır. Aslında içinde bulunduğunuz her vasıta, orada bıraktığınız anılarınızla yolculuk eder. Nesillerin değişimine kendinizi alıştırmamaya çalışırken yolculuk hep bir yerlerde sürer. Bu yolculuk da hiç bitmez…

15 Şubat 2012 Çarşamba

Ağlatan Filmler



Bundan yıllar önce gazetede bir araştırmanın haberini okumuştum. Dikkatimi çekmişti. Bu yazı, İngiltere’de ‘8.000 kadın ve 8.000 erkeğin en çok ağladıkları yirmi film’ üzerine yapılan bir araştırmaydı. Gazetenin o kısmını kesmiştim. O zamanlar küçüktüm, böyle kestiklerimi yapıştırdığım bir defter vardı. Kestiğim kupürleri deftere yapıştırdım ve bu filmleri izlemek üzere aramaya başladım sağda solda. Yıl 2005 ya da 2006 olmalı. Eh, internet henüz o zamanlar böyle yaygın değil çevremde.
 

Artık bu tarz filmler ilgi odaklarımın biraz arkasında kalmış olsa da hatırı sayılır çevreleri vardır dünya genelinde. Hatta başı da çekerler diyebilirim. O zamanlar küçüktüm tabi ve istediklerime değil de bana sunulanlara bakıyordum.
Zamanla bu filmleri bulmaya, izlemeye başladım. Aradan yıllar, yıllar geçti, o zamanlardan beri bu liste, izlemem gereken filmlerin ana damarını oluşturdu. Geçen yıllar içinde okuduğum okullar değişmiş, bu sefer tam sinemanın içine girmiştim, ama bu listedeki filmler hep izlemem gereken filmler olarak kaldı. Bu filmlerin hepsini hâlâ izlememiş olsam da, bu araştırmada adı geçen filmlerin çoğunun kült filmler olduğu, bir gerçeklik olarak hep karşıma çıktı.
 
Yazı hangi gazetede ve hangi tarihte yayınlanmış, bunu yazmamışım; ama hâlâ duruyorlar ve görüntüleri var artık en azından. Bu yazılanlardan araştırmaya bakıldığında insanların duygularına hitap eden –özellikle olumsuz sonlu ve hüzün içerikli- filmler olduğu görülür. Düşünsel filmler diyemeyiz. Filmler de -duygusal yönün etkisi olabilir- gerçekten çok güzel filmler. Hepsinden tek tek burada bahsetmeyeceğim ama, sinema tarihinde önemli yerler edinmiş kült filmler olmuştur çoğu. Şimdi ben burada şunu merak ediyorum, düşünsel filmler mi yoksa duygusal filmler mi daha etkili oluyor? Düşünsel filmlerin içindeki duygusallıkla, klasik duygusal bağlamdaki filmlerin içindeki düşünselliği kıyaslarsak ön plâna hangisi çıkar, hangisi etkili olur?
 
Tabii ki burada bireyin filme bakış açısının önemli olduğu ortaya çıkar, kimisi düşünsel, kimisi duygulara hitap eden klasik duygusal filmlerden hoşlanır. Ama burada daha salt ve herkesi içine alabilecek bir etkilemeden bahsediyorum. Bu listede düşünsellik içeren filmler yok mu, elbette var. Bu film listesi, ağlanan filmler üzerine yapılan araştırmanın sonucu olarak duygunun ağırlıkta olduğu filmler sonuçta. Ve çoğu da kült filmdir. Düşünsel kült filmler ile duygusal kült filmlere bakıldığında duygusal olanın –bireyin bakışını unutmadan- daha etkili olduğu görülür.
 
Düşünsel filmlerden daha çok hoşlanan biri olarak derim ki, etkileyici film tanımlamasında; sonu hüzün dolu, insanın duygusal yönlerini yöneten başarılı bir film örneği neden olmasın! Hem izlerken çok düşündürmeden rahatlatmayı, hem de duygu verişiyle insanın içine işlemeyi başaran filmler gerçekten etkili filmler olabilir. Duygusal filmlerin, -yine de bireysel bakışı unutmadan- düşünsel bağlamdaki filmlere göre şansları hep yüksektir. Bu, o filmlerin “gerçek güzel film” olmasını sağlayabilir.
 
Listenin yararından bahsedecek olursam, İngiltere’de yapılan bu araştırma, benim çok küçükken iyi filmler izlemem için de bir neden oldu. Eski TRT’nin yayınladığı filmler arasında bu listedekilerden de vardı. Ben de bu listeyi yıllar sonra yazmak istedim. Faydasının olacağını düşünüyorum. Bu listede benim çokça kült filmim var.