BAĞLANTILAR

23 Ekim 2013 Çarşamba

Arsa Kültürü


Evet, 'Arsa Kültürü'. Bu tanımlamayı ilk olarak Cüneyt Altunç'un "Suadiye, Suadiye" adlı kitabında görmüştüm. İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın katkılarıyla Heyemola Yayınları'ndan çıkan o gerçekten beğendiğim "İstanbulum" dizisinin 10. kitabı "Suadiye, Suadiye". Bendeki 2009 basımlı olan kitabı, sanırım 2010'da okumuştum.


Cüneyt Altunç'un o güzel anlatımıyla Suadiye'nin tarihini, geçmişini, kimi mekânlarını, fiziki yapısını, yazarın ele aldığı tanıdık isimlerini ve anılarını tatlı bir şekilde okuyorsunuz. 1954 doğumlu yazar; Suadiye izlenimlerini, anılarını ve tarihini, iç içe geçmiş sade bir üslüpla anlatırken siz de tahmin edersiniz ki değişen şehir düzeninde, oradaki değişim de ele alınmıştır. Yaşı itibariyle de değişimin öncesi ve sonrasını da net görebilecek bir artısı(!) da vardır.

Gelelim konuya. "Suadiye, Suadiye" kitabının 189. sayfasının son kısmında bir ifade vardır. Aslında kitabın genelinde bulunan birtakım sorunsalların genel olarak isimlendirilmiş halidir bana göre. Burada yer alan ifade Arsa Kültürü'dür. Yazar Cüneyt Altunç'un bir başkasından tırnak içinde alıntı olarak verdiği bu alıntı aslında şehirleşmenin boyutunun soğukluğunu da yansıtıyordu.


Eğer kitapta bahsi geçen Suadiye ve burası gibi bir yapıya sahip olan yerlerden bahsersek, az nüfuslu, dingin ve apartmanların olmadığı küçük yükseklikteki binaların olduğu yerlerdir. Hani geçmiş dönemleri görmedik, ama az çok fotoğraflardan görmüş ya da yazılardan okumuşuzdur; büyüklerimizden dinlemişizdir. Daha genele yayarsak genel olarak İstanbul için de seyrek bir yapılaşmanın olduğunu biliriz. 1950 ile 1985 civarlarındaki şehir yapılarının nasıl olduğunu ve olabileceğini de az çok biliriz. Çünkü o dönemlerde nüfus artışı bu şekilde korkunç boyutlarda değildi. Her yere imar planlamaları yapılıp yüksek apartman binaları, gökdelenler yapmak gibi bir düşünce ve teknik uygun değildi.

"Ne oldu da böyle değişti?", "Ne oldu da böyle bozuldu?" diye aslında özellikle bu geçişi ilk zamanlarından beri gören nesiller soruyor, düşünüyor. Şehirleşme, gelişme, büyüme, teknoloji, ilerleme, dönüşüm diye tabir edilen ve bizlere sunulan biçimler aslında insanları ve insanlığı mı eritiyor. İnsanlar kendi ürettikleri kavramlar ve yapılarla; yaşam stileriyle kendi neslini mi değersizleştiriyor?

Para için, yöneten konumunda olan birileri neden kendi türünde bulunan başka insanlara kendi istediğini kabul ettirmek durumunda olur? Para yaşamın önüne geçmiş durumda ne yazık ki. Sadece insanlar da değil elbet. Şu zamanlarda sokaklarda, binaların merdivenlerinde, asfaltın soğuk/sıcağında yaşayan, arabaların altında yatan -bazen bu yüzden ölen- sokak hayvanlarına ne demeli!.. Elbette şehirlerde bir değişim, doğru anlamda bir büyüme bir değişme gereklidir, çağın ve zamanın değişmesiyle birlikte; ihtiyaçların değişmesi ve çeşitlenmesiyle birlikte. Ama bu değişimin belli kesimler tarafından belli yanlışlıklarla plânsızca olması sorunların başında geliyor.

Atilla Birkiye'nin Nisan 2013 tarihinde Literatür Yayınları'ndan çıkan "İstanbul'da Mavi Bir Tereddüt" adlı kitabında günümüzü görebiliyoruz. Günümüz sıkıntılarını. Bir İstanbul âşığı olan Atilla Birkiye'nin; bu kitabında baştan sona gördüğümüz bir iç sıkıntısı, bunaltı ve tabii ki İstanbul şehrini geçmişiyle ve günümüzle -özellikle günümüzle- ele aldığı denemeleri var. Günümüzün bakışıyla, İstanbul ile ilgili iyi ve kötü bir dokunun resmedildiği yazılar bunlar.

Atilla Birkiye de bu kitabında denemelerinde sıkça ele almıştır: Şehirde yapılanların kimi eş dost çevrelerinin kendi arasında, kendi kararlarıyla yaptığı yapıları eleştirir. Yapılan yapılar ya da değişimler bir sorun değildir diye belirtir haklı olarak çünkü, asıl sorun bu yapılanların dokuya aykırı, çarpık, uygunsuz ve halkın hiçbir düşüncesini almadan belli kişilerce düşünülüp yapılan yapılaşmalar olduğunu belirtiyor. Yine bu yapıların birtakım siyasi ve rantsal tanıdık çevrelerinin başı çekerek onlar tarafından dokuyu, çevreyi ve buna bağlı olarak yaşantıyı bozacak şekilde yapıldığını dile getirir.

Günümüzde toplumsal olarak ülkemizdeki ayaklanmaları da göz önünde bulundurursak, durumun ne boyutta olduğunu ve etki aşamasının nereye kadar yükseldiğini anlamış olabiliriz.

Tekrar Cüneyt Altunç'un "Suadiye, Suadiye" kitabına dönecek olursak, kitabın 187. sayfasındaki "Bağımsız ve Bakımsız Ev(ler)imiz Kan Kaybediyor" mini başlığıyla bu konuda birtakım açıklamalar getiriyor yazar. 60'lı yıllardaki Fransa öncüllü değişim hareketleri, Vietnam Savaşı ve ABD'ye karşı düşünceler derken çevresel dengeler de siyasal değişimlerle değişiyordu. İstanbul'un değişimi(!) için ilk sinyallerin, 1965'te çıkarılan "Kat Mülkiyeti Kanunu" ile apartmanlara geçişin belirmeye başlaması olduğu belirtiliyor. Ve artık İstanbul'un yıllardır şikâyet ettiği plânsız yapılaşmasının tohumlarının atıldığı ekleniyor. Tabi o zamanlarda çevre bilincinin olmadığı da söyleniyor. Yıllar alıp başını gittiğinde ise korkunç boyutlarda oluyor. Bunu şimdi bizler de bilerek ve yaşayarak söyleyebiliyoruz.

Kadıköy İskele
Elbette bu durum sadece bu kanun değildir. Bu kanun belki o zamanlarda iyi niyetle de ortaya atılmış olabilir. Zaman içinde iktidarlar, dünya düzeni, teknik, ekoloji gibi birçok denge değişti.

Ama özellikle artık İstanbul'un her yeri için veya İstanbul dışındaki herhangi bir şehrin merkezinde görülen, en küçük bir boşluk(arsa) göze batıyor. Ranta dönüyor, paraya dönüyor. Günümüzde bu boşluklarda hemen bir yapılaşma görülüyor. Özellikle yapılaşmanın 90'lı yıllardaki nüfus artışı ile doğru orantılı olmasının yanında, aslında nüfustan da hızlı bir şekilde seyrettiğini söyleyebiliriz günümüzün 2010'lu yıllarında.

Bizler de biliyoruz ki özellikle 2000'li, daha da hızlı hale gelen evresi 2010'lu yıllardan sonra artık her yere apartmanlar, gökdelenler, çeşitli tanımlanamayan yapılar yapılmakta. Yeşili görmek için bir yerlere gitmek, mücadele vermek gerekir oldu. Oysa eski fotoğrfarlara baktığımızda gerçekten arsaların nefes alma boşluğu özelliği şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Kitaptan Arsa Kültürü tanımlamasının geçtiği kısa paragrafı paylaşmak istiyorum. Şöyle yazmaktadır orada:

"Mahalleli olmak vardı ve bu çok önemliydi." diyor Süleyman Turan ve devam ediyor. "Her yerde arsa vardı. Arsa kültürü vardı, mahalle kültürü vardı. Zaten dikkat edin; gerek televizyonlarda; gerek sinemalarda mahalle teması işlendiğinde, iyi işlenirse her zaman prim yapmıştır. O bir renktir o bir hoşluktur. Çeşitli meslek grubudaki insanların dayanışmaları, mahalle delikanlılarının kendi aralarında kenetlenmişlik falan vardı. Şimdi apartmanlarda kim oturuyor bilmiyoruz. Geçenlerde asansörde birisiyle karşılaştım. 'Siz yenisiniz galiba...' dedim. Adam yirmi yıldır oturuyormuş." (*)

Arsa Kültürü. Bana kalırsa da çok önemli. Eskiden insanların top oynadıkları, şehirde parkların dışındaki bağımsız nefes alma alanları, az çok yeşilliği gördüğümüz, bazılarında çimenlerine bastığımız alanlardır arsalar. Arsa olarak tanımlanması da önemli değil elbet. Herhangi bir boşluk da diyebiliriz. Ama konumuz Arsa Kültürü. Hepsini kapsayan, önemli bir konu.

Oktay Akbal'ın 1946'da "Önce Ekmekler Bozuldu" adlıyla yayınlanan ilk öykü kitabındaki bir bölümde, yine bu konuyla ilgili bir kısım dikkatimi çekti. Kitapta yer alan "Semt" adlı ikinci öyküsünde şöyle bir ifade vardır:

"... tozlu arsalarda çocukluğumun sayısız oyunlarını oynadım, meşin bir topun ardı sıra sebebini bilmeden tekme savurdum, ter döktüm. ..." (**)

Değerli öykücü Oktay Akbal'ın ilk öykü kitabındaki bu kısım, geçmişte sistemin nasıl olduğu hakkında bilgiler sunuyor. Benzer bir durum, Cüneyt Altunç'un Suadiye, Suadiye"sinde de vardır.

Günümüzde artık şehir merkezlerinde arsa diye bir şey kalmamak üzere tüketilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak. Artık şehir merkezlerinde, İstanbul'un kalabalık merkezi semtlerinde arsa olmayacak. İstanbul'un gökdelenlerinin en yoğun olduğu 4. Levent bölgesinde binaların arasında boş gördüğüm iki arsa vardı. Fotoğraflarını çektim. Ama eski o top oynanan, çimenlerinde gezilen arsalara çok benzemiyorlardı ve küçüklerdi. Demek ki, bu bahsettiğim İstanbul'un ve başka şehirlerin merkezindeki arsaların durumları tam böyle olmasa da buna benzer bir halde.

Kimisi çöplük, kimisi de yıkılan eski binanın enkazı ile dolu. Bu enkaz dolu olan arsa da yüksek, apartmanlı bir bina yapılmak üzere, yeni binasını beklemekte. Günümüzde gelinen durum ne yazık ki böyle, kötü. Durum keşke sadece şehir merkezleriyle kısıtlı kalsaydı. Kırsal yerlerde, köylerde, dağlarda ve tepelerde de yüksek düzeyde bir doğa tahribatı var. Tabi konumuz bu değil ama demem o ki, bu değişim(!) yüksek derecede her yerde mevcut.


Arsa Kültürü şehirlerdeki samimiyetin kültürüydü. Gerçek doğallığın ve dingin şehir hayatının kültürüydü. Ne diyeyim, keşke böyle olmasaydı. Son zamanlarda yazılarımı hep olumsuz bitiriyorum ama ne yazık ki durumlar böyle!..





(*)  : Suadiye Suadiye, Cüneyt Altunç, s.189-180 - Heyemola Yayınları
(**): Önce Ekmekler Bozuldu, Oktay Akbal, 'Semt' adlı öykü, s.25 - Cumhuriyet Kitapları (yeni basımı)


16 Ekim 2013 Çarşamba

Inception (Başlangıç) - Christopher Nolan (2010)

Bu filmi çok önceleri izlemiştim aslında da, geçtiğimiz senelerde bir ders için değerlendirme yazılması istenmişti. Ben de o zamanlar yazdığım değerlendirmeyi buraya da yazayım dedim. İşte o değerlendirme:

Film, özgün bir senaryodan yola çıkılarak çekilmiştir. Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Christopher Nolan’dır. Film, kurmaca bir film olmakla beraber, bu yolla insan bilinci içindeki bilimsel durumları göstermeye çalışmıştır. Hikâye, genel olarak içerisinde psikoloji ve fizik içermektedir. Bütün olarak bilimkurgu türüne giren, Nolan’ın karışık kurgu anlayışını sürdüren yapıyı devam ettirmiştir film. Bilinçaltı, bir insanın kara kutusudur ve buradaki bir şey yok olmaz, tam tersine bazen bilinç katmanına aktarılır. İnsanın bilinç halindeyken bile unuttuğu ve bir daha asla hatırlamadığı bir şey, bilinçaltında kalmaya devam eder ve yok olmaz. Rüyalar da insan bilinçaltının en çok açığa çıktığı; ama kişinin bunu kontrol edemediği uykunun REM döneminde meydana gelen bir olaydır.

İnsan bilinçaltın rüyalar ile bütün halinde veren Film, bir hırsızın başkalarının rüyalarına girip o kişideki önemli bilgileri çalma durumunu ele almıştır. Bu şekilde de insan bilinçaltı sorgulanıp, fiziksel olarak göstermeye çalışmıştır. Film; beynin yüzde olarak çok çok küçük bir kısmını kullanan insanın bilinçaltında, gündelik yaşamındaki parçaların, rüyalarda nasıl birleşip kompleks bir yapıda geri döndüğünü göstermiştir. Psikolojik olarak insan bilinçaltını ele alırken, aynı zamanda rüya içinde rüya gibi bir başka katmanla da yeni bir hikâye açmıştır. Bu şekilde de fiziğin küçük parçacıklarında zaman kavramının değiştiğini göstermiştir.

Filmin kaynak fikri olan bu konuları detaylı şekilde ele almak gereklidir. Çünkü film bunlar üzerine kuruludur; bunlar bilinmeden filmi anlamak daha zor olacaktır. Bir insanın rüyasında saatlerce gördüğünü sandığı şey gerçek zamanda sadece birkaç saniyeye denk gelmektedir (bunun 1 ile 20 saniye arasında değiştiği söylenmektedir). Bu durum, aslında insanın daha küçük bir zamanda rüya gördüğünü gösterir. Bu küçük zaman, rüya görülen katmanda gayet normalmiş gibi algılanır.

İşte bu küçük zaman, bir anlamda kuantum zamanıdır. Yani bir maddenin bölünen parçalarının kendine ait başka bir zaman ortaya çıkarmasıdır. Ve tabi bu parçaların bölünmesiyle ortaya çıkan daha küçük yeni parçaların da ortaya çıkardığı daha yeni bir zamanın oluşmasıdır. Ve bu zamanlar, madde küçüldükçe büyük parçaya göre hızlanır. Kaba bir örnekle; büyük parça için yaşanan 2 saat, daha küçük bir parçası için 1 saate denk gelebilir (büyük parçaya göre tabii). Ancak hepsinin kendi zamanına girilecek olursa büyük parça için geçen 2 saat, küçük parçanın kendi zamanında 5 saate denk gelebilir. Çünkü zaman hiç kimsede aynı değildir. Zaman Einstein’ın da dediği gibi izafidir. Filmin çıkış noktasında da tamamen bilimsel bir yan vardır. Bunu insan bilinçaltı ile birleştirip bir öykü aracılığı ve kurgu desteğiyle vermek üzere yola çıkmıştır. Bilimsellik; hikâyede layer zinciri ile verilen rüyaların her birinin da derinine inerek, daha mikro zamana geçiş yapması ile verilmiştir. Sonuç olarak kabaca bu izafi zaman ve insan bilinçaltı, filmin çıkış noktasını oluşturur.

7 Ekim 2013 Pazartesi

32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı (2013)

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle gerçekleştirilecek olan 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı tarihleri de yaklaştı.

Bu yılki festival, 2 - 10 Kasım 2013 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi'nin olduğu Büyükçekmece'de düzenlenecek. Bu yılki 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'na 650 yayınevi katılacak.

Bu seneye kadar bulunduğu konum nedeniyle ulaşımı her zaman sıkıntı olan fuara, belli yerlerden bu sene de servisler kalkacak. Servisler kalkacak olsa da biliniyor ki, belediyenin toplu taşıma araçları tercih ediliyor. Böyle olunca da hem kalabalık hem de uzun olan yol çileye dönüşebiliyor. Sorunlara denk gelmemek için fuara gidilecek saatlerin iyi seçilmesi gerekiyor. Ben de birçok kez türlü sorunlara denk geldiğim için uyarayım.

Fuar bu yıl haftaiçi 19:00'a, haftasonu da 20:00'a kadar açık olacakmış. Bütün günlerin açılış saatleri ise 10:00.

Bu seneki fuarın onur yazarı Prof. Dr. Taner Timur, teması ise Geçmişteki Gelecek olarak belirlenmiş. Konuk ülke de Çin Halk Cumhuriyeti olmuş.





32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı ile ilgili daha detaylı bilgi için, resmi internet sayfasına buradan bakabailirsiniz.

Yekta Kopan - Aile Çay Bahçesi Üzerine



Günümüzün ve dolayısıyla çağdaş Türk edebiyatının başarılı kalemlerinden Yekta Kopan'ın yeni romanı "Aile Çay Bahçesi" yayınlandı. Aslında Yekta Kopan bildiğimiz gibi daha çok öykücülüğü ile ön plana çıkan bir yazar. Sanırım bu ikinci romanı. İlki 2004 yılında "İçimde Kim Var" adıyla yayınlanmış.

Yakın bir zaman önce NTV'deki "Gece Gündüz" programı ile yolları ayrılan Yekta Kopan'ın bu yeni kitabı, ekim ayı başlar başlamaz kitapçılarda yerini aldı. Ben de çıktıktan bir gün sonra hemen kitabı aldım. Kitabın detaylarına hiç bakmamıştım. "Yekta Kopan'ın yeni kitabı çıkmış, hemen gidip alayım." oldu benimki. Öyküdür diye düşünmüştüm, alırken gördüm ki, öykü değilmiş. Öykü geleneğinden gelen yazarların romanlarını okumak da ayrı bir güzeldir tabii. Çünkü öykülerindeki o yoğunlaşmayı, romanlarına aktarmakta daha başarılı oluyorlar.


Kısa bir roman, 144 sayfa. Tabii ki fiziksel boyutları olarak. Bir romanın kısa olması, içinin binlerce sayfalık genişlikte olmasını engellemez elbet! Bir de dediğim gibi, öykücü gelenekten gelen yazarlarda bu yoğunluk daha belirgindir.

Çok belirgin bir ayrım yapmam, ama öyküyü her zaman daha çok sevmişimdir. Yekta Kopan da aslında bir öykü yazarı bana göre. Onu öyküleriyle tanıdım. Çağdaş yazınımız için güçlü bir kalem olduğu artık yadsınamaz. Yeni romanı "Aile Çay Bahçesi" de yine kalemini ve düşüncelerini ustaca harmanladığı başarılı bir kitap.

Bu yazıyı yazmadan önce kitaplığıma baktım, başka hangi Yekta Kopan kitapları var diye. Ben daha fazla biliyordum ama böyle değilmiş. Bunun yanında okuyup başkalarına verdiğim, başkalarından ödünç alarak okuduğum kitapları da var tabii ki. Sağdaki fotoğrafta gördüğümüz de bende bulunan kitapları. Nereye gitmişler bilmiyorum ama daha fazlası belleğimde duruyor.

Yekta Kopan'ın popüler ve güçlü bir kalem olmasının nedeni bana göre -medyayı bir kenara bırakalım- sade, ayrıca anlaşılır bir dil kullanmasıdır. Çağdaş yazınımızda, sadelikle ve özenle birleştirilmiş parçaların biçimsel yapısı onun en büyük artısıdır. Parçalar ile bütünü gösterme özelliği, özenle seçilmiş sade Türkçesi sayesinde çoğu zaman başarılı bir sonuca götürür bizi. Öykülerindeki ve bu romanındaki izlekleri düşünürken, bu izlekleri bize sunduğu parçalardan çıkarmaya çalışırken, bize yol gösteren imgeleri bir yerlerde -kimi zaman açıkça- sunmaktadır.


Belki de bu yazarın bir oyunudur!.. Bize gösterdiği farklı imgelerle, parçalarla, bizden asıl izlekleri gizliyordur da. Şu âna kadarki başlıca izlekler belki de farklı olanlardı; bunu bilemeyiz. Bu durum, yazarın kalemini kullanma derecesine bağlıdır. Ancak, Yekta Kopan'ın kitaplarında herkesin kendine göre çıkarabileceği, birbiri ardına gizlenmiş veya birbirinin ardından gelen farklı katmanlarda izlekler bulunabilir.

"Aile Çay Bahçesi". Romanın ana karakteri Müzeyyen. Sürpriz Çiğdem. Müzeyyen'in annesi, babası, babaannesi, en yakın arkadaşı ve birkaç karakter daha. Elbette romanın içeriğinden ya da içeriğine yönelik bir şeylerden bahsetmem ve bahsedemem. Hem roman yeni çıktığı için hem de okumayanların kitap üzerine olan düşüncelerini değiştirp etkilememek için. E öyle ya, sonuçta bu kitabı okuyanlar, dış etkenler olmadan okursa daha özgün sonuca ve düşüncelere varacaklardır ilk turda.

Birkaç şeyden bahsedebilirim. Romanda yer alan karakter adlarının temsiliyetleri önemlidir. Belki ana karakter Müzeyyen'in adının temsiliyeti sürekli vurugulanıyor olsa da, diğer karakterlerin de adlarını dikkatlice incelemek gerek. Ayrıca, romandaki bu isimlerin yaptıkları işlerle, olay örgüsündeki temsil ettikleri karakterlere bütünsel olarak bakınca, aslında yazarın çok da tesadüf olmayan detaylarını da az çok anlayabilirsiniz.

Şunu söyleyebilirim ki bu fiziksel olarak kısa olan romanda, son zamanlarda okuduğum en başarılı kadın karakter hayatımıza giriyor. Karakter öyle güzel çözülerek bize sunuluyor ki, biraz ilerledikten sonra artık karakterin nasıl düşünebileceğini siz de kestirebiliyorsunuz. Romandaki ana karakterin psikolojisi çok güçlü bir şekilde bize sunuluyor.

Sanırım kitap üzerine olan ilk röportajdı, 4 Ekim 2013 Cuma günkü Radikal gazetesinin eki Radikal Kitap'ta da bahsedilmişti: Bir aile kurumunun iyi görünen yüzünün ardındaki mutsuzluğunu, ana karakter Müzeyyen üzerinden anlatması ile başlıyordu yazı. Radikal Kitap'ta, kitabın adının tesadüf olmadığı da belirtiliyordu hemen başlarda. Elbette; kitabın adının "Aile Çay Bahçesi" olması, anlattığı kurum ile -aile, temsil ettiği imgesel bütünlüğün bir anlamda göstergesi aslında. Roman buna benzer fiziksel ve imgesel yapıyı bize birkaç yerde sunuyor. Bütünü, bütünün parçalarını ve tabii ki romandaki imgelere göre temsiliyetlerini...

Buna bir örnek vererek yazıyı sonlandırayım. "Aile Çay Bahçesi"nde adı geçen sanat eserleri var. Şimdi hepsini söylemeyeyim. Radikal Kitap'ta Hamlet adı geçiyor. Bunu söyleyebilirim. Bir de, bir tablonun adı geçiyor. Bu tablonun kullanımı da bana göre önemli. Romanda 88. sayfada bu tablonun tasviri yapılıyor ana karakterin düşüncesiyle. Yine bu sayfada karakter tarafından da belirtiliyor aslında, benim de burada dikkat çekmek istediğim şey, tablonun yapılış biçimi. Orada nokta diye ifade ediliyor. Noktaların birleşimi ile bütünün olması belirtliyor. Bu da önemli bir detay bana göre. Noktalardan oluşan bir kadın. Yani parçalardan.

Daha yukarıda belirttiğim gibi, parçaların bize sunulmasıyla bizler de bütünü bulmaya çalışıyoruz. "Aile Çay Bahçesi" adının bütünsel olarak temsil ettiği imgeyle, tablonun tam olarak bütününü görürüz. Ancak anlatıcı ana karaktere, yani detaya indiğimizde, aile kurumunun içinde -iyi olarak- bilinenden farklı yönde sorunlar olduğunu görürüz. İşte romanın adının da taşıdığı imge burada devreye giriyor. Georges Seurat'nın noktacılık tekniği ile yaptığı "Les Poseuses" adlı tablosunda detaya indiğimizde, romandaki tabiriyle noktalardan oluştuğunu görüyoruz -belki küçük olayları. Yani o noktalar bir bütünü oluşturuyor. Tıpkı bütünsel olarak ya da genelden baktığımızda "Aile Çay Bahçesi"ni gördüğümüz gibi, noktalardan oluşan tabloya da bütünden bakınca aynı şekilde o bütünü görürüz. Daha da ileri gidilirse, belki de aile çay bahçesini de görebiliriz!..



Okurken su gibi akıp giden bir biçimde bir anda bitireceksiniz kitabı, eminim. Ne diyeyim, kitap yandaki reklamda gördüğümüz kadar kalın olmasa da, o reklamdaki kalınlıktan daha fazlasını sunuyor aslında.

Yekta KOPAN - "Aile Çay Bahçesi"
Can Yayınları - Ekim 2013
Etiket Fiyatı: 10 TL


4 Ekim 2013 Cuma

Minimal Çağ Mı, Yoksa Büyük Görseller Mi?

Bu yazımda çağımız üzerinde durarak, teknolojinin ve sunumlarının kullanım şekli ile ilgili konulara değineceğim. Daha önceki Post Klasik 'Klasik Müzik' başlıklı yazımla bağlantılı konu hemen hemen. 

İçeriğe geçeyim. Tabii ki internet konunun merkezinde aslında, sonrasında yaşam biçiminde internet kullanımındaki benzerlikler var. Şöyle başlayayım, çağımızda minimal şeyler daha çok tercih edilir, her açıdan. İlk olarak, bugün Google'dan bahsersek onun bu kadar popüler olmasının sebebi sade arayüzüydü, bilirsiniz. Önceden Yahoo vardı. Ancak sonradan Google o sade arayüzü ile daha çok tercih edilir oldu zamanla. Tabi zaman içinde sosyolojik, psikolojik araştırmalardan da, sade olanın daha çok tercih edilir olduğunu zaten biliyoruz.

Facebook için de arayüzünün kolay kullanımı sayeseinde bu kadar güçlendiğini söyleyebiliriz. Evet, 'sadelik' ve 'kolaylık'. Bu iki unsur çok önemli. İnternet dünyası ile, medya ile, çeşitli reklamlar ile insanlar sürekli bir şeyler alıyor. Elbette buna yetişmek için, çağın bu inanılmaz hızına ayak uydurmak için insanlar da çaba gösteriyor. Ama elbette yetişemiyor. Mail hesapları, Facebook, Twitter ve çeşitli birçok siteye üyelikler vs. E bir de bunların yanında güncel olanı takip etme, haber okuma gerekliliği de ekleniyor. Aynı zamanda işe gidip gelen insanlar... Öğrenim görenler. Yorgun ve kısıtlı zaman gündelikleri. Beslenme. İhtiyaçlar... Ve daha çok fazlası. Bütün bunların içinde uygun ve ön plana çıkan olan ne olabilir sorusuna cevap; küçük olan, kolay olan, sade olan ön plana çıkacaktır. Çünkü zaman kısıtlı.

Dediğim gibi Google sadeliği ile popüler oldu, Facebook da kolay arayüzü ile. Çünkü insanlar bir şeyleri çözmek için uzunca zaman harcamıyordu. O yüzdendir ki bugün bir site arayüz değiştirdiğinde insanlar memnun kalmıyor (Facebook zaman tüneline geçiş, vb gibi değişimler). Blog çağı denmişti. Çok değil, bundan birkaç yıl önce bloglarda uzun uzun yazılar daha popülerdi. Aslında internetin en verimli mecrası da bence bloglardır. Şimdi benim de şu an uzunca yazılar yazdığım bloglar azaldı. Çünkü insanlar uzun yazıları okumuyor -yeni nesil en başta. Yeni bir şeyleri görmek için sabırsızlanıyor ve tek bir yerde zaman kaybetmek istemiyor. Bu yüzden kısa yazılar daha çok okunuyor. Böyle olunca benimki gibi uzun yazan bloglar yerine daha kısa yazılar ilgi görüyor. Çünkü hem daha çok şey okuyor hem daha az zaman harcıyor insanlar.

Tam bu noktada devreye Twitter giriyor. Kurulurken böyle bir sosyal analiz ile mi düşünüldü bilmiyorum ama bu kadar popüler olmasının başında mikro blog olması geliyor bence. Kısıtlı karakter olması her ne kadar memnun edici olmasa da, büyümesinin nedenlerinden biri de budur. Çok daha şeyi, hem de yazanını gerçekten bildiğin bir yerde kısa olarak takip edebiliyorsun. Hem gündem de var, haber okumak için başka yerlerde zaman da harcamaya gerek yok. İşte görüldüğü gibi durum bu. Zaman kısıtlı ve çok şey var, o yüzden minimal olanın tercih edilmesi kaçınılmaz oluyor. Belki mikro minimal... Minimal çağ mı, kısıtlı olmaktan doğan minimal çağ mı? diye sorulabilir burada işte.

Birçoğu da internette uzun bir yazıyı okumaz. Başlıkları okur. Belki bir paragraf okur ve o uzun yazı kapatılır. Yetişen yeni nesil, artık büyük bir çoğunluğu ile böyle. Uzun yazıları okumaz. Sanal kimliklerinde büyük karakterler yaratma peşindeler aslında... Bırakın uzun haber veya yazı okumayı, kısasını okumaya bile yaklaşmaz çoğu. Çünkü başka işlerden zaman bulmazlar.

Bir yazının okunması için görselinin çok dikkat çekici, büyük, skandal olması gerekir.
Bugün birçok haber sitesinin ana sayfasına baktığınızda, haberlerin başlıklarının kimi zaman acayip derecede alakasız, ama merak uyandıran başlık ve görsel içerdiğini görürsünüz.


Bunun sebebi görselin pazarlamasını yapıp, okunmasını sağlamak. Çünkü dedim ya, başka türlü uzun yazılar okunmuyor diye. Bu da artık uç noktası olacak ki, haber okutmak için böyle bir görselliğin sunulduğu yöntem seçilmiş. Sunum büyük olmalı. Ama işe yarıyor bana göre...


Şimdi bunu yaşam biçiminde özdeşleştirme kısmına geçeyim. Bunu da ilk olarak kentleşme, 'yığınlaşma' konusu üzerinden açıklayayım. Bugün kentleşme korkunç boyutlarda. Nüfus şehirlerde çok hızlı artıyor. Dolayısıyla kalabalık yerlere sığmak için yeni yapılan binalara bakarsanız hemen hemen hepsi metrekaresi küçük evler. Çünkü dedim ya, minimal diye. Bu da onun bir uzantısı gibi. Hal böyle olunca, eşyalar için de minimal bir boyut olması gerekir. E çağımız böyle ne de olsa! Minimal eşyalara bakınız. Kendileri küçük ama görsel olarak gayet hoş ve başarılı. Yukarıda da haberlerin sunumu dedim ya, bu da onun eşyaya tanımlanmış hali işte. Siz de biraz düşünseniz bunları fark edebilirsiniz. Çağın sosyolojisini bilmek çok önemli!..

Tam bu noktada görsellerin sunumuna farklı açıdan geçeyim. Küçük evler dedik. Evlerdeki televizyonlar artık daha az yer kaplıyor; ama en az 100 ekran ve daha büyük plasma ve LCD var atık. Yani görsel sunumu daha büyük, ama kapladığı alan, eski tüplü televizyonlarımıza göre daha az. Evler dedim. Küçük, ama eşyalar olarak görseli daha güzel ihtişamlı olanlar sunuluyor, çekici kılınıyor dedim. Bunların arasındaki bağıntıyı siz de fark edip kurmuşsunuzdur şimdi.
Birinci maddede görsel sunan eşyalar ve büyük ekranlı televizyonlar olursa; ikinci maddede küçük evler, daha az yer kaplayan televizyonlar olur... Yani büyük görsel, az yer. Daha da genişletirsem, birinci maddeye haberlerin o dikkat çekici görsellerini koyalım. İkincisine de twitter gibi mikro blogları. İşte çağımızın durumu tam da bu.

Son bir örnekle de bitireyim yazımı: Cep telefonları. Önce büyük ve ağır, ekranları küçüktü. Zamanla hafifledi, inceldi; ama tesadüf bu olmalı ki, ekranları büyüdü. Tabi burada teknoloji gelişimi de var ama konu bu değil elbet; kullanımı. Ve görselleri. İnsanlar internette, mikro bloglara bakarken de, büyük bir görsel ile bakmayı tercih ediyor. İşte bunların yukarıda belirttiğim birinci ve ikinci maddeden farkı yoktur.

Zaman yok her şeye yetişmeye. Hepsine küçük küçük dokunuşlarla bakılıyor artık. Bu sebeple de edinilen bilginin altında yatan detaylar olmadan bilgiler oluyor. Temel olmadan öğrenilyor. Başkalarının bakış açısı ile yapılan yorumlar, başkalarının alt yapısı için onun görüşlerini oluşturuyor. Bu yüzden kimse kendisi değil, başkasının yeniden yorumlaması. Postmodern çağın doruk noktaları ne yazık ki.

Bizler de bunları düşünerek, bu çağda yaşıyoruz artık. En yararlı olarak nasıl kullanılıyorsa, o şekilde kullanmaya devam edeceğiz çağın bize getirdiklerini.

3 Ekim 2013 Perşembe

7. Beyoğlu Sahaf Festivali

7. Beyoğlu Sahaf Festivali başladı. Kitapseverler için bu festival değerli bir festivaldir. E olmasın mı, kitapseverler belki de hiç bulamadıkları ya da bir daha bulamayacakları kitapları tek bir yerde bulma şansını yakalıyor. Ben de önceki senelerde merakla ve istekle beklediğim gibi bu seneki Beyoğlu Sahaf Festvalini de aynı şekilde bekledim.

Ancak bu sene Beyoğlu Sahaf Festivali'nde bir tuhaflık vardı. Hem organizasyon olarak hem de tarihler olarak. Kısaca buna değineyim:

Önce 7. Beyoğlu Sahaf Festivali'nin yeri konsunda bir bilinmezlik vardı; Taksim Meydanı'nda mı olsun, yoksa her zamanki gibi Tepebaşı'nda mı şeklinde. Hani Taksim Meydanı artık yayalaştırıldı ya, bunun üzerine orada standlar kurulabilir şeklinde kanılar vardı. Festival tarihi yaklaştığında orada stand kurma çalışmaları başlar gibi oldu, ama ne sebeple olduğunu bilmiyorum, tekrar Tepebaşı'na alındı.

Aslında benim de kişisel görüşüm olarak Tepebaşı'nda olması daha güzel oldu. Belki orada satış yapan sahaflar, meydanda olmasının gelir açısından daha iyi olacağını düşünüyordur. Ama ben öyle herkesin gözü önüne serpiştirilmiş bir sahaf festivalinin iyi olmayacağını düşünüyorum. Sahaf ne de olsa. Öyle herkese sunulmamalı. Onu zaten bilen ve takip eden çok insan var. Oraya gidenler oradan geçenler değil, özellikle oraya gitmek isteyenler olacaktır (İstisnaları saymayalım tabii, İstiklal'de vs yürürken reklamını görüp hadi bakalım diyenler vs gibi).

Her neyse yer konusunda böyle bir durum vardı. Bir de tarih sorunu var ki, o biraz kafa karıştırdı. Biz biliyorduk ki festival 27 Eylül - 19 Ekim 2013 tarihlerinde olacaktı. Ama sonra baktık ki, tarihleri 30 Ekim - 19 Ekim 2013 olmuş.

Az çok dikkatliyseniz yukarda gördüğünüz festival afişi ile solda benim Tepebaşı'nda çektiğim fotoğraftaki tarihlerin farklı olduğunu fark edebilirsiniz. Yani standlardaki o büyük afişler, henüz tarih değişmeden önce hazırlanmış çünkü.

Organizasyonda yer alan Sahaflar Birliği çekilmiş. Onun yerine Kültür Kenti Vakfı organizasyonun ortakları arasında yer almış. Bazı kaynaklardan aldığım bilgilere göre bu değişimin nedeni Gezi olaylarına kadar dayanıyor. Yani ne kadar doğrudur, gerçekte böyle bir şey olmuş mudur bilmiyorum. Ama kaynaklarda Gezi eylemlerine destek veren sahafların bu festivalde yer almaması konusunda çeşitli çalışmalar yapılmış. Birtakım yeni prosedürler ortaya çıkarılmış. Bu yüzden festival değişikliklerle başlamış.

Tabi, bu böyle olmayabilir de. Ama elbet tarihlerde ve organizede bir değşiklik olunca insan sormuyor değil. Belki de sadece Taksim Meydanı'nda olmadığı için de sorunlar çıkmış olabilir. Çünkü herkes kendisini oraya hazırlamıştı. Neyse zaten bu durumlar bitmez, ben kitaplarla, sahaflarla ilgileneyim...


Ben de bu yeni tarihli festivalin ilk gününde, yani 30 Eylül 2013 Pazartesi günü Tepebaşı'ndaydım. E böyle beklediğim, yakından takip ederek beklediğim festival oluca orada oluveriyorsunuz.

İş çıkışı saatlerine yakın bir zamanda gittim. Alan henüz boştu. Zaman ilerledikçe kalabalık da artıyordu. Ama çok daha fazla artmadan hemen daldım sahafların içine. Kitapların içine.


O bulunmayan ve belki de bulunmayacak olan kitapları ilk ben göreyim diye hem hızlı hem de bütün kitaplara bakacak kadar dikkatli davranmaya çalışıyordum. Eminim birçok kişi de bunun yarışını yapıyordur/yapmıştır.

O yüzlerce, binlerce kitabın içinden tam size hitap eden kitaplar da var ve keşfedilmeyi bekliyorlar. Eğer İstanbul'daysanız ve buraya gitme imkânınız varsa gitmenizi tavsiye ederim. 19 Ekim 2013 tarihine kadar devam ediyor.

Festivale daha önceden gidenlerin de birkaç kez gitmelerini tavisye ederim. Malum, ellerindeki stokları biten sahafların yeni kitaplar getirme durumlarına karşı hazırlıklı olmak gerek.

Çünkü yeni gelen kitaplarda kaçırdığınız bir şeyler olabilir.



Festivalin olduğu alanda bazı yerler biraz arada kalıyor. Bazı yerlerde de sıkışma oluyor. Planlama olarak önceki senelerdeki gibi aslında. Alanın ortasında bir kafe/büfe tarzında bir yer de var. İçecek ve yiyecek konusunda burası iyi düşünülen bir yer bence.

İnsanlar ilk gün kitapların arasında öylece gezinirken, kimisi elindeki dolu dolu listelerin içindeki kitapları soruyordu. Bazılarınınki öyle basit listeler de değildi. Bazı denk gelenlere gözüm kayınca çok feci, sayfalar dolusu listeler görüyordum. Sahi benim hiç böyle listem olmadı yılladır. Neyse...





İlk gün olduğu için birtakım etkinlikler de vardı. Sahaf dükkanlarının ileri kısmında, bir de sahne kurulmuştu. Kimi etkinlikler için bu da iyi düşünülmüştü bence. Kimi sanatçılar canlı müzik performanslarını, biz kitap bakarken bize sunuyorlardı.


Tabi ilk gün dedim ya, e sahne de var. Sahne varken elbette birtakım konuşmalar da olacaktı kuşkuşuz. Bu konuşmayı Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan yaptı.

O sırada kitaplara bakıyordum elbet. Sahaf festivalinin ilk zamanlarına değiniyordu. 2004 yılında Beyoğlu belediye başkanlığına seçilmişti bilindiği üzere. Ve ilk Sahaf Festivali düşüncesi de, yine 7 yıl önce Ahmet Misbah Demircan döneminde düzenlenmişti. Biraz festivalin geçmişinden, organizasyondan bahsediyordu.

Konumuz gereği burada siyaseti, idelojiyi bir kenara bırakırsak, iyi ki böyle bir festival oluşturulmuş diyorum ben. Bu belediye başkanı döneminde denk gelmiş ya da bu sırada düşünmüş sorun değil. İyi ki de düşünülmüş.

Elbette festivalden eli boş dönmedim.

Festival tarihleri boyunca yani 30 Eylül - 19 Ekim 2013 tarihlerinde, her gün 11:00 ile 22:00 saatleri arasında gidilebilir.

Festivalde yer alan sahafların isimleri, kendi etkinlik sayfalarındakine göre şöyle: 40 AMBAR SAHAF
ADA KİTABEVİ, ANADOLU KİTABEVİ, ARŞİV SAHAF, AYÇA KİTABEVİ, BABİL SAHAF, BARIŞ KİTABEVİ, BARIŞ SAHAF MODA, BERDELACUZ SAHAF, BİZİM SAHAF, CİHANNÜMA SAHAF, ÇATI SAHAF, ÇINAR SAHAF, DESTİNE KİTAPÇI, DİP SAHAF, DOĞA KİTAPÇILIK LTD. ŞTİ., DYLEMİ SAHAF, EDEBİHAYAT SAHAF, EFLATUN SAHAF, EGE SAHAF, ENDERUN SAHAF, EOS KİTABEVİ, EYLÜL KİTABEVİ, FATİH BİLGİ SAHAF, GEZEGEN SAHAF, GEZGİN KİTAPÇI, HERMES SAHAF, HİSAR KİTABEVİ, ILGIN KİTABEVİ, İMGE SAHAF, KAĞIT GEMİ KİTABEVİ, KAMER KİTABEVİ, KARADENİZ KİTABEVİ, KAYIP KİTAP, KIRKAMBAR SAHAF,
KİBRİT KİTABEVİ, KİTAP RAFI, KİTAPÇI AHMET, KOZAN SAHAF, KURGU SAHAF, LEVANT KOLEKSİYON, MARTI SAHAF, MİHRİCAN KİTABEVİ, NADİR SAHAF, NAR SAHAF, NERMİN SAHHAF, NİGAR SAHAF, NOSTALJİ SAHAF, ÖZER SAHAF, PAMİ SAHAF, PATİKA SAHAF,
PERA ORIENT, SAHAF BAHTİYAR, SAHAF KİTAP İÇİN, SAHAF NAZIM HİKMET, SAHAF YENİCİ, SAHHAF MÜTEFERRİKA, SAHHAF VEFA, SANAT KİTABEVİ, SCS KİTABEVİ, SENAN SAHAF, SERCAN SAHAF, SEVGİ KİTABEVİ, SİMURG SAHAF, SİYAHKALEM KİTAPLIĞI, TEKNİK SAHAF, TEZGAH KİTABEVİ, TURKUAZ KİTAPÇILIK YAYINCILIK , ÜN SAHAF, VOLGA KİTABEVİ, VOLGA SAHAF, YAŞAM KİTABEVİ, YOL KİTABEVİ.