Evet, 'Arsa Kültürü'. Bu tanımlamayı ilk olarak Cüneyt Altunç'un "Suadiye, Suadiye" adlı kitabında görmüştüm. İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın katkılarıyla Heyemola Yayınları'ndan çıkan o gerçekten beğendiğim "İstanbulum" dizisinin 10. kitabı "Suadiye, Suadiye". Bendeki 2009 basımlı olan kitabı, sanırım 2010'da okumuştum.
Cüneyt Altunç'un o güzel anlatımıyla Suadiye'nin tarihini, geçmişini, kimi mekânlarını, fiziki yapısını, yazarın ele aldığı tanıdık isimlerini ve anılarını tatlı bir şekilde okuyorsunuz. 1954 doğumlu yazar; Suadiye izlenimlerini, anılarını ve tarihini, iç içe geçmiş sade bir üslüpla anlatırken siz de tahmin edersiniz ki değişen şehir düzeninde, oradaki değişim de ele alınmıştır. Yaşı itibariyle de değişimin öncesi ve sonrasını da net görebilecek bir artısı(!) da vardır.
Gelelim konuya. "Suadiye, Suadiye" kitabının 189. sayfasının son kısmında bir ifade vardır. Aslında kitabın genelinde bulunan birtakım sorunsalların genel olarak isimlendirilmiş halidir bana göre. Burada yer alan ifade Arsa Kültürü'dür. Yazar Cüneyt Altunç'un bir başkasından tırnak içinde alıntı olarak verdiği bu alıntı aslında şehirleşmenin boyutunun soğukluğunu da yansıtıyordu.
Eğer kitapta bahsi geçen Suadiye ve burası gibi bir yapıya sahip olan yerlerden bahsersek, az nüfuslu, dingin ve apartmanların olmadığı küçük yükseklikteki binaların olduğu yerlerdir. Hani geçmiş dönemleri görmedik, ama az çok fotoğraflardan görmüş ya da yazılardan okumuşuzdur; büyüklerimizden dinlemişizdir. Daha genele yayarsak genel olarak İstanbul için de seyrek bir yapılaşmanın olduğunu biliriz. 1950 ile 1985 civarlarındaki şehir yapılarının nasıl olduğunu ve olabileceğini de az çok biliriz. Çünkü o dönemlerde nüfus artışı bu şekilde korkunç boyutlarda değildi. Her yere imar planlamaları yapılıp yüksek apartman binaları, gökdelenler yapmak gibi bir düşünce ve teknik uygun değildi.
"Ne oldu da böyle değişti?", "Ne oldu da böyle bozuldu?" diye aslında özellikle bu geçişi ilk zamanlarından beri gören nesiller soruyor, düşünüyor. Şehirleşme, gelişme, büyüme, teknoloji, ilerleme, dönüşüm diye tabir edilen ve bizlere sunulan biçimler aslında insanları ve insanlığı mı eritiyor. İnsanlar kendi ürettikleri kavramlar ve yapılarla; yaşam stileriyle kendi neslini mi değersizleştiriyor?
Para için, yöneten konumunda olan birileri neden kendi türünde bulunan başka insanlara kendi istediğini kabul ettirmek durumunda olur? Para yaşamın önüne geçmiş durumda ne yazık ki. Sadece insanlar da değil elbet. Şu zamanlarda sokaklarda, binaların merdivenlerinde, asfaltın soğuk/sıcağında yaşayan, arabaların altında yatan -bazen bu yüzden ölen- sokak hayvanlarına ne demeli!.. Elbette şehirlerde bir değişim, doğru anlamda bir büyüme bir değişme gereklidir, çağın ve zamanın değişmesiyle birlikte; ihtiyaçların değişmesi ve çeşitlenmesiyle birlikte. Ama bu değişimin belli kesimler tarafından belli yanlışlıklarla plânsızca olması sorunların başında geliyor.
Atilla Birkiye de bu kitabında denemelerinde sıkça ele almıştır: Şehirde yapılanların kimi eş dost çevrelerinin kendi arasında, kendi kararlarıyla yaptığı yapıları eleştirir. Yapılan yapılar ya da değişimler bir sorun değildir diye belirtir haklı olarak çünkü, asıl sorun bu yapılanların dokuya aykırı, çarpık, uygunsuz ve halkın hiçbir düşüncesini almadan belli kişilerce düşünülüp yapılan yapılaşmalar olduğunu belirtiyor. Yine bu yapıların birtakım siyasi ve rantsal tanıdık çevrelerinin başı çekerek onlar tarafından dokuyu, çevreyi ve buna bağlı olarak yaşantıyı bozacak şekilde yapıldığını dile getirir.
Günümüzde toplumsal olarak ülkemizdeki ayaklanmaları da göz önünde bulundurursak, durumun ne boyutta olduğunu ve etki aşamasının nereye kadar yükseldiğini anlamış olabiliriz.
Tekrar Cüneyt Altunç'un "Suadiye, Suadiye" kitabına dönecek olursak, kitabın 187. sayfasındaki "Bağımsız ve Bakımsız Ev(ler)imiz Kan Kaybediyor" mini başlığıyla bu konuda birtakım açıklamalar getiriyor yazar. 60'lı yıllardaki Fransa öncüllü değişim hareketleri, Vietnam Savaşı ve ABD'ye karşı düşünceler derken çevresel dengeler de siyasal değişimlerle değişiyordu. İstanbul'un değişimi(!) için ilk sinyallerin, 1965'te çıkarılan "Kat Mülkiyeti Kanunu" ile apartmanlara geçişin belirmeye başlaması olduğu belirtiliyor. Ve artık İstanbul'un yıllardır şikâyet ettiği plânsız yapılaşmasının tohumlarının atıldığı ekleniyor. Tabi o zamanlarda çevre bilincinin olmadığı da söyleniyor. Yıllar alıp başını gittiğinde ise korkunç boyutlarda oluyor. Bunu şimdi bizler de bilerek ve yaşayarak söyleyebiliyoruz.
![]() |
Kadıköy İskele |
Ama özellikle artık İstanbul'un her yeri için veya İstanbul dışındaki herhangi bir şehrin merkezinde görülen, en küçük bir boşluk(arsa) göze batıyor. Ranta dönüyor, paraya dönüyor. Günümüzde bu boşluklarda hemen bir yapılaşma görülüyor. Özellikle yapılaşmanın 90'lı yıllardaki nüfus artışı ile doğru orantılı olmasının yanında, aslında nüfustan da hızlı bir şekilde seyrettiğini söyleyebiliriz günümüzün 2010'lu yıllarında.
Bizler de biliyoruz ki özellikle 2000'li, daha da hızlı hale gelen evresi 2010'lu yıllardan sonra artık her yere apartmanlar, gökdelenler, çeşitli tanımlanamayan yapılar yapılmakta. Yeşili görmek için bir yerlere gitmek, mücadele vermek gerekir oldu. Oysa eski fotoğrfarlara baktığımızda gerçekten arsaların nefes alma boşluğu özelliği şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Kitaptan Arsa Kültürü tanımlamasının geçtiği kısa paragrafı paylaşmak istiyorum. Şöyle yazmaktadır orada:
"Mahalleli olmak vardı ve bu çok önemliydi." diyor Süleyman Turan ve devam ediyor. "Her yerde arsa vardı. Arsa kültürü vardı, mahalle kültürü vardı. Zaten dikkat edin; gerek televizyonlarda; gerek sinemalarda mahalle teması işlendiğinde, iyi işlenirse her zaman prim yapmıştır. O bir renktir o bir hoşluktur. Çeşitli meslek grubudaki insanların dayanışmaları, mahalle delikanlılarının kendi aralarında kenetlenmişlik falan vardı. Şimdi apartmanlarda kim oturuyor bilmiyoruz. Geçenlerde asansörde birisiyle karşılaştım. 'Siz yenisiniz galiba...' dedim. Adam yirmi yıldır oturuyormuş." (*)
Arsa Kültürü. Bana kalırsa da çok önemli. Eskiden insanların top oynadıkları, şehirde parkların dışındaki bağımsız nefes alma alanları, az çok yeşilliği gördüğümüz, bazılarında çimenlerine bastığımız alanlardır arsalar. Arsa olarak tanımlanması da önemli değil elbet. Herhangi bir boşluk da diyebiliriz. Ama konumuz Arsa Kültürü. Hepsini kapsayan, önemli bir konu.
Oktay Akbal'ın 1946'da "Önce Ekmekler Bozuldu" adlıyla yayınlanan ilk öykü kitabındaki bir bölümde, yine bu konuyla ilgili bir kısım dikkatimi çekti. Kitapta yer alan "Semt" adlı ikinci öyküsünde şöyle bir ifade vardır:
"... tozlu arsalarda çocukluğumun sayısız oyunlarını oynadım, meşin bir topun ardı sıra sebebini bilmeden tekme savurdum, ter döktüm. ..." (**)
Değerli öykücü Oktay Akbal'ın ilk öykü kitabındaki bu kısım, geçmişte sistemin nasıl olduğu hakkında bilgiler sunuyor. Benzer bir durum, Cüneyt Altunç'un Suadiye, Suadiye"sinde de vardır.
Arsa Kültürü şehirlerdeki samimiyetin kültürüydü. Gerçek doğallığın ve dingin şehir hayatının kültürüydü. Ne diyeyim, keşke böyle olmasaydı. Son zamanlarda yazılarımı hep olumsuz bitiriyorum ama ne yazık ki durumlar böyle!..
(*) : Suadiye Suadiye, Cüneyt Altunç, s.189-180 - Heyemola Yayınları
(**): Önce Ekmekler Bozuldu, Oktay Akbal, 'Semt' adlı öykü, s.25 - Cumhuriyet Kitapları (yeni basımı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder