BAĞLANTILAR

12 Ekim 2014 Pazar

Anlamlar

Ne yazmalı, neyin üzerinde durmalı derken her şeyin birbirinin içinde yükselip alçaldığı hiçlik döngüsü hissedilir oldu. Kendi kendine, kendi içinde bir yok oluşun oluşmasıydı belki. Belki de hiçbir şey. Bazı zamanlar olur, birden ağırlık çöker bünyelere. Tüm perdeler kapanır. İçeride kalabalıklar olur. Kemiren, çarpışan, dağılan, yok olup tekrar gelen... Onlar yerinizi alır.

Öylece bir yaşanmışlığın ardındaki kayboluşun bütün ağırlığı gelir oturur bir boşlukta. Azlığının ya da çokluğunun önemi yoktur, bir şekilde gelir. İçeride var olan deniz akmaya başlamışsa bir kere, hep aynı akar olur. Kalabalıklar burada savaşırdı. Boğulduğu denize akan ne varsa, hangi yol varsa hepsini açıp daha da çıkmazın derinlerine inerdi onlar.

İçte var olan bu savaşta, benliğin tüm sisteminin değişim aşamasına girmesi kaçınılmazdır. Artık içerideki anlamlarla, gerçek hayattaki anlamlar uyuşmazdır. Sonra öyle zamanlar yaşanır ki, tüm kelimeler, cümleler anlamlarını yitirir. Anlamı bilinen her şey anlamsız olmaya başlar. Sorgulanır ve sorgulanmaz, her iki türlü de anlamlar erir kendi içinde. İçinden geçilen her koridor farklı bir boyuta çıkar olur. Gerçek, düşkurgusundaki anlamlarla iç içe geçmeye başlar.

Başlamıştı da. Hatırlarsın, kendi anlamlarımız vardı bir zamanlar. Herkesin dilinden çok farklı bir dil oluşturmuştuk, sadece bize özel olan. Bir ada vardı, yarasaların gece vakti başımızın üstünde uçuştuğu. Korkardık gözlerimize çarpacaklar diye. Ellerimizi siper etmiştik. Sarı sokak lambaları, sen, ben ve yarasalar. Gece vakti kimsenin olmadığı bir adanın kıyısında, serin esen rüzgarın alıp götürdükleri ve getirdikleri vardı. Dalga sesleri de anlatıyordu bir şeyler. Yalnız o dili bilmiyorduk henüz!.. Ama en azında bizim de bir dilimiz vardı. Bütün anlamlar, bizden geçince farklı olabilirdi artık. O adada bulunduğumuz bölgenin adı "Bebos Koyu" idi. Bu ismi de ben vermiştim oraya. Biz bilirdik sadece.

Deniz fenerinin yanıp söndüğü, dolunayın gecede ben de varım dediği bu zamanın dili, birden her şeyin tepetaklak olmasıyla yok olmaya başlamıştı. Bir koy nasıl yok olabilirdi diye düşünürken, dalgaların söylemeye çalıştığı buydu belki de. Belki de hiçbir şey... Bir koy, Bebos Koyu yok olmuştu. Belki de gitti... Boğulmuştu belki de denizine açılan tüm yolları açınca.

Artık kalanlar, benliğin içindeki kalabalıklardı. Her şeyi sadece onlar biliyor, onlar kendi arasında konuşuyordu bu dili. "Bebos Koyu" hakkındaki her şeyi onlar biliyordu. Dedikodularını, yaşanmışlıklarını ve daha birçok şeyi. Artık söyleyeceğim bir şey, konuşabileceğim bir dil kalmadı. Çünkü anlamlar da varlığıyla birlikte anlamını yitirdiğinde, geriye sadece benliğin kapalı perdeleri içinde var olan kalabalıklar kalmıştı. Benlik ve bu kalabalıklar aynı dilde konuşurdu. Aynıdır burdaki anlamlar. Uyumsuzluğu bilmez olur buradaki kalabalıklar. Ve onlar da ayrık olmaya, kendi denizinde boğulmaya başlarsa eğer, unutun tüm denilenleri... Benliği de.

Şimdi beni anlayamazsınız belki, belki başka bir şey. Belki anlayacağınız gün gelecek, ama o gün beni anladığınız yerde olmayacağım. Kendi kalabalığınıza bakarsınız tepetaklak olunca varoluşlar. Zaman içinde kendi benliğinizin içindeki kalabalığın yok oluşunu da izlersiniz, sizin de içinde olduğunuz. Bir gün, kasvetli bir umutla; yine de kendi yok oluşundan doğabilir bazı yok olanlar!.. 

(Taslaklardan - Ekim 2014)

3 Temmuz 2014 Perşembe

Haydarpaşa'dan Görünümler

Uzun bir zamandan beri yalnız olan Haydarpaşa'ya sürekli giderim. Yağmurlu bir Haziran 2014 gününde biraz da fotoğraf çektim. Fotoğrafların bir kısmına buradan bakabilirsiniz.

Fotoğraflar için buraya tıklayabilirsiniz.



14 Haziran 2014 Cumartesi

Farklılığın Reddi, Tek-Tipleşme


İnsanlar, kalabalıklar, şehirlerin kaosu, bitmeyen gürültü ve devinim, araçlar, reklamlar, görseller... Her şeyin bir bombardıman altında yaşandığı şehirlerin, büyük kaosu içinde yer edinebilme telaşı da büyük bir sorunsal olarak kendini gösteriyor. Bu yer edinebilme gerekli mi ya da hangi sistemde yer edinmeli bu daha da çıkmaz bir sorunsal gibi görünüyor.

Konuyu biraz detaylandırmadan önce yazıyı yazmama sebep olan şey; otobüsteyken aynı anda farklı kişilerin akıllı telefonlarının çalmasıydı. Dikkat çeken durumsa, aynı melodiyle çalmasıydı. Zaman sonra algıda seçicilik olunca, birçok farklı yerde aynı melodiyi algılamaya başladım. Zaten hep aklımda olan bir konu da tetiklenmiş oldu böylece.

Nasıl tanımlanmalı; aslında bu da çekimser bir durum. Teknoloji hayatımıza girdi. İnternet geldi. Sosyal medya geldi. Elden düşmeyen, her şeyi bir arada yapan akıllı telefonlar geldi. Teknolojik açıdan bunlar oluyor derken, sürekli bir yerlerden de bir şeylerin reklamı yapıldı. Akıllı telefonların, moda diye tabir edeceğim bir başka tek tipleşme unsurunun görselleri sunuldu. Ürünlerle beraber insan da pazarlandı. Gerçi bu ayrı bir konu. O oldu, bu oldu, şu oldu...

Bir şeyleri algılamak ve üstüne bir şeyler söyleyecek duruma gelmek için dışarıdan izlemek lazım; içindeyken. Sürekli bir şeyleri inceleme altına alma dürtüsünün de etkisiyle, dışarıdan insanlara bakınca benzer şeyleri görmek, kalabalıkta çöküntünün etkilerini de göstermektedir. Sürekli bir yerlerde pazarlanan akıllı telefonlardan başlayayım. Herkes bu ekranları büyük olan, bizlere büyük görseller sunan akıllı telefonları kullanıyor neredeyse. Yaş grubu olarak sırasıyla; yetişen genç kuşak, orta kuşak ve ileri yaş kuşağının kullanım alanında. Toplumda yaşarken; birey olmanın, varlığın salt gerçekliği yerine kitlenin içinde benzer olma çabasında olduğu görülmektedir. İnsanlara öyle şeyler sunuldu ki, farklar kısaldı. Günümüzde kitle, yığın olarak tabir edilebilecek bir yapıyı oluşturmaya başladı.

Elbette akıllı telefonlar ve internet hayatımızı kolaylaştırdı. Birçok işi daha kolay ve daha hızlı bir şekilde yapabiliyoruz artık. Buna benzer olumlu gerçekleri yadsıyamayız. Bu, görünen iyi tarafı. Bununla beraber sosyal medya, sanal kimlikler, sanal kimlikle yola çıkıp daha sonra gerçek kimliğini bu yönde değiştiren karakterler, insanlarla konuşmak yerine elindeki aletlere yönelmeler, karşısındaki bir şey anlatırken bu alete kapılınca konuşma yetisini o anda kaybedenler ve daha neler neler...

Bir yere kadar elbette sosyal medya, internet kullanılabilir. Akıllı, büyük ekranlı telefonlar da buna dahil olsun diyelim. Bir yere kadar. Teknoloji pahalı, ülke şartlarında asgari ücretle çalışıp onun fiyat olarak çok üstünde olan şeyleri almak zor. Ancak herkesin de hakkı. Yine de eskiden bu pahalı şeyler çok kullanılır şeyler değildi, her alanda. Şimdi öyle reklamlar yapılıp bilinçaltına sokuluyor ki, kimse hiçbir şeyi sorgulayamadan bu unsurların içine giriyor. Tabi sosyal medyanın yaygın olarak kullanılması da, orada en problemli bir insanın bile mükemmel sunulması, herkesi bu yöne doğru çekebiliyor. İnternet üzerinden viral denilen reklamlar da bilinçli veya bilinçsiz olarak etkin bir şekilde yayılıyor.

Hal böyleyken, bir şeylere yetişme çabası, benzemeye çalışma uğraşı şeklindeki bir sistem aldatmacası her alanda kendisini gösteriyor. Günümüzde bu kitle; iki ya da üç büyük ve popüler markanın akıllı telefonlarını, teknolojik ürünlerini almakta, ısrarla sunulan uygulamalarını kullanmakta, yani kitledeki herkesin yaptığını yapmaktadır. Popüler sosyal ağları kullanıp, akıllı telefonlarından selfie tarzı görüntülerini çekip kendilerini sunmaktadır.

Sosyal ağlar da akıllı telefonlar da kullanılabilir tabii ki, bu yazıda belirtmeye çalıştığım şey onlara karşı olmak değil, sistemin sunularını kitleden farksız olarak almanın bireyi erittiğidir. Bireyin, salt varlığını kitleye vermesi de olabilir. Çünkü bu çağın elbette iyi yanları var, bunlar yapılabilir de. Ancak abartarak ve başkalarıyla hiçbir fark olmadan yapmak, kitle standardından öteye gidememektedir. Birey, kendi özü olmayan bir özü, kendi özüymüş gibi benimsemeye başlayınca; varoluşunun yönetimini de sisteme teslim etmiş olabilir.

Bunun yanında popüler sosyal ağların, birbirine benzemeye çalışması da ilginçtir. Son dönemdeki güncellemelerle Facebook, Twitter ve YouTube'un arayüzündeki panelleri benzer yerlere koyduğunu görmekteyiz. Farklı olmaktan korkan bir düzen, farklılaşmayı da kısıtlamaktadır ilginç olarak.


Bir başka benzeme örneği olarak, giyim mağazalarında, birçok popüler markada birbirine benzer şeyler göze çarpmaktadır. Cinsiyet gözetmeksizin giderek daralan bir modanın baş gösterdiği fark edilebilir düzeyde. Rengarenk giysiler vitrinleri, reyonları doldurmakta. İyi ya da kötü olduğunu belirten bir değerlendirme değil, ama yakın bir zaman önceye kıyasla bu modanın hızla değiştiğini ve arttığını söyleyebiliriz. Bu durumda giyimde, modanın sunduğundan farklı bir şeyleri tercih eden birisi hayli mücadele içine girecektir.

Sistemlerin farklı olana acımasızca sırtını döndüğü bir mekanizma düzeninde sistemden farklı olan; birçok şeyin dışında, farklı duruşunun getirdiği ayrılmanın mücadelesi içine de girecektir. Konumuz tek-tipleşme olduğundan sistemin dışında olanlar değil de, içindekileri ele almakta fayda var. Dışarı çıkıp bakmak lazım buranın gerçekliğine. Benzer giyim tarzları, benzer model akıllı telefonlar, benzer melodiler ve benzer olan daha birçok şey.



O benzer akıllı telefonlarla, benzer kıyafetlerle kitle insanı her yerde. Sistemin kitle içinde eritmeye çalıştığı insanlar her yerde. Sonrasında mı? Hiç kimse varoluşunun farklılığında ve değerinin bilincinde olmadan kendilerini teslim etmek üzereler. Onları yöneten ve onlar adına uğraşan bir sistem var ne de olsa; hem de onları kullanarak. Var, ancak onları da kitle içinde eriyik birer sıvı gibi diğerleriyle aynı yerde, aynı şekilde bir sürahinin içinde tutuyor. Ve sistemin olası bir ihtiyacında hemen bardaklara dökülüp mideye indirilmek üzere bekletiliyorlar. Aynı şeyleri yapmaya devam ederken. Aynı olurken. Aralarındaki fark azalmışken. Aynısından çokça görülen tek-tip, eriyik, hazır patlayıcılar...


Konuyla bağlantılı o kadar çok şey var ve konu o kadar geniş ki yine bir şey anlatamadım.

14 Nisan 2014 Pazartesi

1 - O Köyü Bırakmak

Köyümün çığlık çığlığa bağırdığı bir zamanda, üzerinde acısını duyumsadığım beton duvarlar arasında vücuduma aldığım kafein dozu bir hayli fazlaydı. Günlerdir açılmayan kalın perdelerin karanlığında, gün ışığı görmemiş gözlerim yanıyordu. Bir tanesine kan oturmuş, diğeri henüz sağlamdı. Neredeyse bir haftadır evdeki iki ampulü bulunan ve bir tanesi patlak olan gece lambamın loş ışığında aydınlanıyordum. Çalışma masamın üzerinde gece ve gündüz saatlerce yanık duruyor, sadece uyuduğum zamanlar arada aklıma gelirse kapatıyordum.

Dışarıyı görmüyordum; ama havanın karardığını düşündüğüm zamanlardan hemen sonra üzerime bir ağırlık çöküyordu, bunu engellemek için çoğu zaman kahve içme seçeneğimi kullanıyordum; bazen öylece koltuğa yığılıp uyuyakalıyordum. Salondaki masadan vuran ışıkla yeni bir kahve içmek için mutfağa yürüdüm. Halısı olmayan beton yerlere çıplak ayaklarımla basarken çıkan ses evde duyduğum tek ve nadir seslerdendi. Mutfakta tezgâhın üzerindeki bulaşıkların kenarlarında kurumuş artıklar düşük ışıkta bile belli oluyordu. Geçen gün alırken kırdığım bardağımın parçaları da halen bulaşıkların arasında, bir kısmı da yerdeydi; neyse ki ayağıma batacak mesafede değil. O kulpu olan cam bardağımı da çok severdim ama sakarlık işte, elektrikli su ısıtıcımdan kahve için sıcak su koyacakken bir anda elimden kayıvermişti. İyi ki aynısından bir tane daha vardı, onun eşiydi, artık onu kullanmaya başlamıştım; iki günden beri. Bu emektar bardağımı kırınca, parçalarını toplamadım, anısını yaşatıyordum. Parçaların ayaklarıma batma durumuna karşı elektrikli su ısıtıcımın yerini değiştirdim.

Bulaşıkların arasında duran ve her tarafı kahveden dolayı kararmış diğer kulplu cam bardağımı elime aldım. Musluğu açarak içini tamamen suyla doldurup, su ısıtıcısının içine aktardım. Suyun ısınmasını beklerken kulplu cam bardağıma kahvemin tozunu boşalttım. Ayaklarım betona uzun bir süre bastığından yavaş yavaş bir üşüme haline de geçiyordu; su ısınırken. Bir hafta öncesine kadar böyle değildi; ama artık yere basmak da üşütüyordu ayaklarımı. Üşüyen ayaklarım sayesinde bir mevsimin bu derece çabuk değiştiğini evden çıkmadan da anlayabiliyordum; çok değil bir hafta önce gayet rahat bir şekilde yalınayak yere basabiliyordum. Hayattan umutluydum o zamanlar, hayatımda varlığını hissettiren O'nun, "Yalınayak taşlara basma üşütür hasta olursun, karnın ağrır." demesi geldi aklıma. Belki daha önce başkaları da söylemişti, ama nedense özellikle O'nun söylediği zaman ve gün geldi aklıma. Belki de bu sözün içinde var olan bir aidiyeti ilk kez hissettiğimdendi, O'nun dediklerini daha bir özenle hafızama yerleştiriyordum artık.

Hiç unutmam, kış mevsiminin ortalarıydı. O, hayatında ne varsa her şeyi bir kenara bırakmış, her şeyini son damlasına kadar kurutmuş, yıllar boyunca oluşan birikintileri yavaş yavaş açığa çıkarmaya başlamış ve içindeki şehirde dalga dalga yayılan göç etme düşüncesine geçmişti. Biliyordum, çünkü ben de hemen hemen benzer bir düşünce içinde göç etme zamanımı hazırlamıştım. Bilmediğim ya da beklemediğim bir şey değildi. Ama yine de O'nu bu yeni köyde ilk kez görmenin heyecanı vardı, seviniyordum haliyle. Burayı gezmeye gelmemiştik elbet; bu köyün el değmemiş varlığını, üstündeki sularını, tarihi yeşilliğini, temiz yollarını görmek için gelmemiştik elbet. Gelme nedenleri çok daha farklıydı.

Su ısınmaya devam ederken şöyle mutfağa bir göz gezdiriyorum. Etraf karanlık ve salondan gelen lambanın düşük ışığı olmasına rağmen iki gözlü ocağın üstünde ağzı açık tencerenin içindeki hazır çorbanın yeşil yeşil tüylenmiş küfünü gördüm. Belki de daha ışıklı bir zamanda gördüğümü tasarladım yeniden. Tek kulpu kopmuş tenceredeki bu çorbanın kaç hafta önceden kaldığını hatırlamadım. Tencerede olduğu gibi, tezgâhta duran bulaşıkların üzerinde de daha küçük boyutlarda yeşilimsi renklerde küflenmeler vardı. Küf tutmayan en temiz bulaşığı aradım. Lavabonun içinde duran tabağa, musluktan suyun damladığı yer olarak hesapladım. O bölge tertemizdi. Tabağı deli edercesine bir su damlama serisi, orada küfe izin vermemişti. Damlayan suyun sesine kendimi kaptırmıştım ki su ısıtıcıdaki su kaynayınca "pat!" diye ses geldi. İrkildim. Hiç yıkamadığım kararmış olan kulplu cam bardağıma sıcak suyu koydum. Ağzımı yakarcasına bir yudum alırken, ayaklarım daha da üşüyordu.

Ayaklarım üşüyünce bir zamanlar o köyde bulunuşumu düşünmeye devam ettim. Burada iklim hangi şartlarda olursa olsun, üşüme hiçbir zaman olmuyordu. Çok değişik, farklı bir sıcaklığı vardı buranın. Elbette bu yalnız ve özel köy, O'nun ve benim, göç ettiğimiz el değmemiş özel bir köydü ve ne büyük bir göçtü... O büyüleyici köyün büyüleyici ikliminde O da vardı. Ne muazzam bir dönemdi. Sonra iklim değişmeye başladı. Şiddetli fırtınalar, kocaman yağmurlar, uçuran rüzgarlar hepsi aynı anda köye geliverdi. O, farklı olan gelme nedenlerini bir kenara bırakmış, bu eşi benzeri olmayan köyden de göç etmeye karar vermişti. Ama ben, ben bu köydeydim. Bu köyün derin anısı ve benzeri olmayışı ağır basıyordu. Onurlu bir şekilde köyde kalma düşüncemden vazgeçmedim. Bu köy artık sadece benimdi. Çünkü bir tek ben kalmıştım.

Herkes göç eder, herkes bir yerlere varır. Sonra birden her şey tepetaklak oluverir. Yaşadıklarının altında kalırsın. Bu yaşadıkların seni ezmeye, sana baskı yapmaya devam eder. Kendinle kalırsın. Ben de bu köyde kendimle, onurumla; bütün her şeyin altında ezilerek karanlığımı yaşamaya başladım. Başka köylere göç etmektense böylesi daha iyi olurdu. Burası artık sadece benim köyüm ve anılarıyla acısını duyumsatıp tepemden baskı yapan hüzün dolu grilerin dünyasıydı. Şimdiyse yaptığım şey oturup geçmişimi okumak. Yazdıklarımı geçmişle katıştırarak yazmak.

Çok uzun zamandan beri perdelerini bile açmadığım pencereden köyü görmek bile kasvetten başka bir şey değildi. Evin kapalı perdelerinin kenarlarından çizik çizik ışıklar dalıyordu ama, etkili değildi çok. Griler doluydu bütün ev. İçimdeki grilikle dışımın griliği terazinin orta yerinde buluşuyordu. Tek yaptığım günlerdir evin içinde, kapalı perdelerin içinde durmak, kahve stoklarımı azaltmak ve masamın başında beyaz kağıtlara bakmak. Boş kağıtlarda geçmişi okuyordum. Birikiyordu. Boş kağıtların uçurumundan aşağı bakıyordum. Birikintilerin yükü her geçen gün daha fazla biniyordu sırtıma. Kirli bardağımdaki kahvemle masamın başına oturdum. Yanan ışığın altında kağıtlara bakmaya başladım. Kesik kesik yazan tükenmez kalemi aldım elime. Birçok şey gibi hep bir şeyler eksik yine. Bunu duyumsattı kalem.

Ve sırtıma binen yük kağıtların uçurumuna itiyordu. Geri dönemedim. Sırtımdaki yük çok ağırlaştı. Taşıyamadım. Taştım. Elimdeki kalemle bembeyaz kağıtların uçurumundan düştüm. Daha diplere...

Başlayan yağmurun sesi kulağıma ilişti. Aldığım kafein miktarına daha fazlasını eklemeye başladım. Köyüm çığlık çığlığa bağırıyordu. Çığlık çığlığa. Kanlı gözlerimle bir şeyler yazmaya başladım. Beton duvarların arasındaydım.


17 Mart 2014 Pazartesi

Kır Çiçeği

Kırlarda çok çiçek varmış. Zaman olmuş geçmiş. Mevsimler değişmiş. Hepsi ölmüş. Çimenler bile. Ama bir çiçek kalmış, solmadan hiç. Yaz - kış demeden aynı kalmış. Bunu gören ve kulübesinde herkesten uzakta yalnız yaşayan, kır canlısı onu fark etmiş. Farklı bir canlıymış. O çiçeğin orada kaldığını görmüş ve hep onu sulamaya başlamış. Bu özel, solmayan çiçek onun kırdaki yalnız ve tek olan hayatının varlığı olmuş. Çünkü mevsimlerce hiç solmamış çiçek. Ve bu kır çiçeği, dört mevsim solmayan kır çiçeği olmuş canlının. Hep onu düşünmüş...

Zaman sonra kara bir günün köyünde, sular dalganırken kendi halinde, bu özel çiçek yok olmuş. Kır canlısı da yok olmaya başlamış. Eriyerek, kendini yiyerek. Bu denli uzun, mevsimler boyunca kalan var oluşlar; bir daha haber alınamayacak derecede kayıplara karışmış. Ne büyük bir acının, nasıl felaket düzeyde bir yıkımın yaşandığı ise sadece efsanelerin gözyaşlarında saklı kalmış.

Yok Oluş

Ve işte el sallayan yabancılar görüyordum şimdi. Yabancıların da olduğu yere yabancıydım. Ben gömmüştüm kendimi. Gözlerim kapalı, ama açıktı. Benim yanımdan geçen, ama beni görmeyen insanlar vardı. Karanlığın içinden çıkıp gelen hayatlar geçiyordu önümden. Bulutların şekli gibiydi gördüklerim. Savurgan bir rüzgâr vardı. El sallıyordun geçenlere, kendimi istiyordum.

Kavram savaşına girmiştim. Gözlerini açtı derin uykusundan ve bana merhaba dedi. Nerede olduğumu bilmiyordum. Konuşmalarımı anlamıyordum. Herkesin suç işlediği yerdeydim. Suçsuzların da suçlu olduğu. Akan nehirler gördüm hayatta, dokunuşları gördüm, yok oluşları… Derinde ve karanlıkta, kalabalık bir nefesin üflendiği yerdeyim. Yok oluşları bütünüyle yaşıyordum…

25 Şubat 2014 Salı

Düş'ün Kurgusu

Gözlerim kapalı. Bir düşe dalmıştım. Zamanın ve hayatın ilk kez bana oynadığı bir düşe. Gözlerimi açtım, gerçekti. Hayatım boyunca görmediğim bir gerçekti. Artık sen vardın. 

Zaman ve hayat kaotik düzende seni ve beni aynı çizgiye koymuştu artık. İlerleyen zaman büyüttü seni. Öyle yakın oldun ve oldum ki. Her şeyde var olundu. Yokluğunun zamanlarında içim derinlerine dalar, gelmeni beklerdi. Her olmayışın, benden bir şeyler alıp götürür gibiydi.

Nice yazılar yazdım sana, farkında bile değildin belki. Kimini okudun kimisi kaldı öylece bende. İstikametimi senin için hep sana çevirdim. Olmadığın her gün, yokluk gömüyordu beni düş mezarlığıma. Yokluğunu düş-kurgularımda duyuyordum. Ama sen; belki yokluğumu hissedersin.  Kim bilir, belki varlığım da yoktu sende. Hiç anlamadın.

 
Ben; rezil, kötü biri oldum şimdi. Kendimce çok rahat tanımlama yapabilirim: Ben kötüyüm. Ya da bilmiyorum; gerçekten ben var mıydım? Neşelerim kâbusum oluyordu yokluğun düş-kurgusunda. Bilmiyorum, düşlerim aslında sadece bir düş belki. Gerçeğe doğru ilerlese de aslında akılda kalan bir kurgu belki. Şimdi bir adım atsam diyorum hep, en son adım. Belki yok oluş; belki sen, var oluşa evrilen...


Sen, saklı düşlerin kahramanı, bilinmeyenlerin gizemi, söylenmeyenlerin sesiydin. Yolumu çiziyordum sana, sen bilmezken. Senin, sadece senin kayboluşun yoktu. Bir var oluş da var ediyordu kayboluşu. Hayatımda hiç kaybolmadan aslında kayboluyordum. Dışardan görünmezce kayboluyordum. Yine anlamadın belki beni. Derin düşünüp ayrıntıyı yakalamak zordu. Sen, olan; ama bu sefer oluş sırasında gelen düş-kayboluşlarında yok olan ve yiten zamanlar kuyusundasın...

O görmediğim gerçeğe uzanırken ben; belki şimdi uzaklaşacaktın sen. Düş-kurgularının kayboluşlarında çoktan kaybolmuştum ben. Koşulsuz, ama düşünsel…

Kötü biriyim tercihen, kurgularım düşten olduğundan belki. Dışsal var oluşla içsel yok oluşun uyumsuzluğunda, sokaklarda içerde biriken o patlamalık sıkışmış düşüncelerin rahatsız eden yoğunluğunu duyuyordum ben. Ama hep farklı bir şey bekledim. Halen de buna karşı ne durumda olduğumu bilmiyorum. Sıkışmış trafiğin kırmızı ışıklarından geçiyorum.

İyiydi önceden, ışıklar henüz düşmemiş, henüz kapanmamıştı. Yanıyordu hâlâ. Yaşadıkça kitaplar kadar çoğaldın satırlarımda. Yine de derinlerimde, karmaşık bir düzende devam ediyordu her şey. Derin anlamlar yükledim kendime. Artık hiçbir şey beni ben olmaktan çıkaramazdı. Düş-kurgusu, kayboluşun patlamalık yoğunluğunda sağlığı tehdit edici derin bir yoldu. Bu kurgunun geniş imgeleminden hiç çık(a)madım.

Tüm düş-yazılarımı sulara bıraktım, kaotik ve bükülen evrende bir yerde görmen için. Yaptığım her şey bir şey içindi. Bu son adımım, aslında yeni başlangıç için ilk adımım diye suları kirlettim. Var oluşumla yaydığım kendi kirlerim, bumerang etkisini gösterdi bende. Kendimi kirlettim. Sen ise bunu ne anladın, ne de gördün. Bir tek kendi bildiğin düzlemde devam ettin. Anlamadın beni. Haklı olsam da kendimi anı anına savunacak kadar öfkeli ve tecrübeli değilim. Sevgi, barış, huzur ve iyilik doluluğumla temiz olsam da ben kirliyim dedim. 

Anlaşılamamak, durduk yere kirini bana gösterdi. Kustu üstüme bütün duvarlar. Altta; pisliğin içinde akıverdim, tertemizce. Artık ne yapsam da anlaşılamamak derin bir birikmişlik yoğunluğuna attı beni. Senin düş-kurgusunda bir gerçekliğe dönüşmene neden oldu.

Hayır, söylemlerim ve anlaşılamamak düş-kurgusundan dolayı değildi. Bu evrende anlaşılamamak duygusunun hep içinde olduğumdan dolayı düş-kurgularım vardı. 

08.2010
(Taslaklar defterimde eskiden karalanmış notlardan)

20 Şubat 2014 Perşembe

İstanbul'da Sis Olunca

19 Şubat 2014 tarihinde İstanbul'da sis vardı, az çok sosyal medyada, haberlerde ve farklı mecralarda gündeme geldi. Ben de bu yoğun sisin olduğu sırada Kadıköy'e geçtim. Metrobüsle tabii ki. İyi ki öyle yapmışım, çünkü daha Avrupa tarafındayken sis çok fazla yoktu. Olmadığı için her zaman tercih ettiğim vapuru seçebilirdim. Söğütlüçeşme'den Yoğurtçu Parkı'na geçtim ve her zamanki turuma bu sefer ters istikametten başlayarak Kadıköy rıhtıma doğru yürüdüm.

Sisli günlerde fotoğraf çekmek ayrı bir güzelliktir. Benimle beraber elinde makineyle dolaşan birkaç kişi daha vardı. Kimi karşı istikametten geliyordu, kimisi de benim gibi aynı yöndeydi. Çok uzatmayayım, sis olunca fotoğraflar da ayrı bir güzel olur. Hepsi olmasa da çektiğim çoğu fotoğrafı yükledim. İşte o fotoğraflar için web albümünün bulunduğu linke tıklayabilirsiniz:

--- Fotoğraflar için buraya tıklayınız ---


17 Ocak 2014 Cuma

Bazı Müzik Albümleri Neden Eskimiyor?

Çok uzağa ya da geçmişe gitmeyeceğim aslında. Sadece müzik tarihimiz içinde çıkmış iki albümden söz edeceğim. Bunlar öyle albümler ki, çok olmasa da aradan yıllar geçmesine rağmen halen dinlenirler. Değerlerini halen korurlar. Bunlar hangi albümler mi?

1 - 1998 tarihli Kent Ozanları albümü,
2 - 2002 tarihli Gitarın Asi Çocukları albümü.

Aralarında dört senelik bir fark var. Yılları göz önünde bulundurduğumuz zaman, o dönemlerde Türkiye'deki müzik anlayışını kısaca yorumlamak gerek. Müzik sektörü neydi, ne değildi şeklinde düşünmek gerek. O dönemlerde; pop, ama günümüz pop müziği değil, arabesk ve fantazi müzik katıştırılmış pop müzik, ana akımın zehir gibi pazarladığı bir türdü. Aslında şimdiki pop müzik ile kıyasladığımız zaman daha iyi denilebiliyor o dönemin bazı kaliteli pop müzikleri için. Ama yine de bütün ülkeyi kasıp kavuran bir furya, pop-fantazi-arabesk furyası, sektörü elinde tutmaktaydı.

Bu tarzın dışında olanlar, sayısı çok fazla olmayan müzik kanallarında zaten gösterilmiyordu genelde. Ki o müzik kanalları da, müzik şirketleri gibi tekel olma yapısını kendi istediği gibi kuruyordu. Böyle olunca da gerçekten tek tip olanların dışında kalan eserlere ulaşmak zor oluyordu. Çünkü her yerde size sunulan sadece tek tip müzikti.

Bazı farklı tarzdaki popüler sanatçılar bu pop-fantazi-arabesk duvarından sıyrılıp öne çıkmayı başarabiliyordu. Onlara da popüler oldukları için, ana akım yer vermek zorunda kalıyordu. Yoksa biliniyordu ki, tarzları hiç de istenmiyordu. Ama nedense bu tek tip TV kanallarında farklı bir tarzda müzik olduğunda, müzik listelerinde hep daha ön sıralarda yer alıyordu. İnsanların buna ihtiyacı vardı çünkü. Ama ana akım şimdi olduğu gibi hiçbir zaman farklı olana göz açtırmadı. Alternatif arayışına giren insanların dışındakiler, ana akımın sunduğu tek tip müziğe mahkum olmak durumunda kaldı. Onlara sunulan ve dinledikleri müzikler dışında başka türlerin varlığından habersiz yaşadı. Şöyle diyeyim; o dönemde kendisini bu müziklerin kollarına bırakanlar, ana akımın onlara taktığı at gözlüğünü kabul etmiş oldular.

Şöyle bir gerçek de var ki, bu insanlar alternatif arayışına çıkmış olsalar bile belki de bulamayacaklardı. Çünkü çok zordu. Nerden bulacaklarını bilemezlerdi ki... Bunun için masraftan da kaçınmamaları gerekiyordu. Ülkenin kaderidir ki, yoksulluklar, acının müziği derken zaten sistem bir şekilde işler durumdaydı. Elbette alternatif arayışı, internetin kullanılmadığı bir dönemde çok fazla ileri gidemezdi. Bugün ileri yaşta olup (23 - 32 civarları), halen tek tip olan ve günümzde ana akımın pazarladığı tür olan elektro-pop müziklerini dinleyenler, geçmişte pop-fantazi-arabesk dinleyenlerden başkaları değildir.

O dönemlerin alternatif sanatçıları da zor durumlardan geçti. Birçok kaliteli yerli gruplar dağıldı, sanatçılar kaderine terk edildi. Günümüzde kimileri yeniden boy göstermeye başladı, ama kimileri de öylece tarihin karanlık yerlerinde kaldı. Elbette ülkemiz için rock tarzı, döneme göre kıyasladığımızda alternatif olandı, en basit örnek olarak. Rock tarzını başarılı bir şekilde taşıyanlar, aslında alternatif yolun açık kalmasını sağladı. Bu elbette öne çıkan isimler içindi. Diğer geride kalan isimler; hayatlarını, canlı performanslarla geçirmek ve ne kadar kaliteli olsalar da kendilerini duyuramadan hayatlarını sürdürmek durumunda kaldı. Ama elbette henüz rövanşı almamışlardı ve sadece bekliyorlardı. Bu durum kemik bir kitlenin de oluşmasını sağlıyordu.

Artık internet ile farklı olana, alternatif olana ulaşmak daha kolay. Ana akım medya halen birilerini ele geçirmeye çalışsa da eskisi kadar etkili değildir. Çünkü insanlar her yerde alternatif olanı az çok görüyor. Tabi bu dikkatli olanlar ve içinde olumlu bir ışık olanlar için geçerlidir. Yoksa elbette günümüz ana akım müziği elektro ve elektro-pop gibi "dım tıs"lardan daha ileri gitmemektedir.

Bu yine uzattığım açıklamadan sonra gelelim şu iki albüme. Bu albümleri, uç örnek oldukları için seçtim. Yoksa o dönemlerde yayınlanan alternatif olan albümler de var. Ama bu albümler halen yüksek dozda güncel oldukları için daha farklıdır. Çünkü albümler farklı sanatçılardan oluşan bir seçkidir. O dönemlerin alternatif olabilecek isimlerinin, ki öyleler, bir araya gelerek eserlerini oluşturduğu bu albümler önemlidir.


1998 tarihli, önemli plak şirketi hatta dönemin alternatiflere en çok önem veren tek ve güçlü plak şirketi Ada Müzik tarafından çıkan "Kent Ozanları" albümündeki parçalar ciddi derecede önemlidir.

Bugün bile halen taviz vermeden, değerini bir an olsun kaybetmeyen, varlığını sürdüren, kimisi için efsane denen bu önemli isimler, o dönemin en parlak işlerinden birine imza atmışlardır. Feridun Hürel'den Mehmet Güreli'ye, Vedat Sakman'dan Taner Öngür'e, Cenk Taner'den Tibet Ağırtan'a, Teoman'dan Nejat Yavaşoğulları'a ve daha fazlasına yer vardı bu albümde. Halen dinlenesidir.

Diğer albüm ise kaliteli rock müzik hakkında uğraş veren Akın Ok öncülüğünde "Gitarın Asi Çocukları" adıyla çıkmıştır. Bu albüm, "Kent Ozanları"na göre elektro gitar sesini daha çok duyduğumuz rock tarzını barındırıyordu ama, elbette içinde yine çok önemli eserler vardı. İki albümde de yer alan isimlerin çoğu, o dönemde kendince kitlesi olan, çoğu bağımsız olarak ayakta durmaya çalışan, daha geçmişte değerli işler yapmış değerli isimlerdi.

İki albümde de yer alan Taner Öngür, Nejat Yavaşoğulları'nın yanında, isimlerini ilk kez bu albümle öne çıkaranlar da vardı. Armağan Sönmez'in yer aldığı eserin de albümde ayrıca önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum.

İşte ülkedeki müzik, her zaman ana akımın pazarlama girişimleriyle insanlara sunuldu. İnsanlar kollarını ana akıma bıraktı.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Özgür Edebiyat Dergisi Artık Yok!

Türkiye'de dergi yayıncılığında iyi bir yer edinmiş, adını duyurmuş Özgür Edebiyat Dergisi artık çıkmayacak. Ocak - Şubat 2007 tarihinde yayın hayatına başlayan ve geride çok önemli yazılar bırakan dergi, Kasım - Aralık 2013 tarihli 42. yani son sayısı ile de yayın hayatına son verdiklerini duyurdu.

Yanda gördüğümüz mavi renkli bu dergiyi 2007'nin başında raflarda görmüştük. Böyle bir dergiden haberi olmayan ve kitabevini dolaşan insanlardan ilk olarak fark edenler oldu, fark etmeyenler de.
Ben de dergiyi ilk olarak Beyoğlu İstiklal Caddesi'ndeki Mephisto Kitabevi'nde görmüştüm o zamanlarda. Sade bir kapağı ve bildiğimiz(!) dergi değil de, kitap formatında bir yapısı vardı. Aslında tam da benim sevebileceğim bir formatta. Daha önce yine bu formata benzer bir dergiyi takip ediyordum zaten.

İlk sayısı Mayıs - Haziran 2006 tarihinde çıkan Sözcükler Dergisi'ni de o zamanlar az çok biliyordum. Bir iki sayı almıştım o zamana kadar. Özgür Edebiyat Dergisi'ni de görünce tam bu sevdiğim formatta, hem de ilk sayısı, alayım dedim. Aldım. Ve Özgür Edebiyat Dergisi yolculuğuna bu şekilde başladım.

Zaman oldu, geldi, geçti derken ben üniversiteye başladım, bitirdim. İstanbul dışındaki yaşamda birçok şeyi zor buluyor olmak, bu dergi için de geçerliydi. Yayın süresince dergiyi mümkün olduğu kadar almaya çalıştım. Bazen bulamamaktan, bazen unutmuş olmaktan, bazen de maddi durumlardan dolayı kesintisiz olarak dergiyi her zaman alamadım. Ama öyle veya böyle son âna kadar hep alıp okumaya çalıştım.


Yukarıdaki fotoğrafta da görüldüğü gibi, dergi ilk zamanlarda rengarenk çıkıyordu. Sonra bembeyaz oldu ve bundan sonra dergi adındaki "edeb!yat" kelimesindeki ünlem işaretinin rengi değişti her sayıda. Dergide yazan yazarların listesini çıkarmak doğru bir şey olmayacaktır. Ama derginin ilk süreçlerinde yayın kurulunda Adnan Özer, Tuğrul Tanyol, Metin Celâl ve Atilla Birkiye vardı.

Bir not düşeyim; Atilla Birkiye'yi dergide okuyor olduğum halde kendisini çok daha sonraları fark edecektim... Bu fark etme hakkındaki bir ipucu, İstiklal Kitabevi başlıklı yazımda vardır aslında. Bir fark ediş, bir keşfediş olarak. Neyse...

Zaman geçtikçe yayın kurulu da değişti. Tuğrul Tanyol'un adı yayın kurulunda yazmamaya başladı bir süre sonra. Son sayılara yaklaştıkça da yayın kurulu yerine derginin ilk sayfalarında sadece yayın yönetmeni Metin Celâl'in adı yazıyordu.

Bu formattaki edebiyat dergisini okumak gerçekten çok keyif vericiydi. Dergi, iki ayda bir çıkıyordu. İçinde güncel olarak öykü, şiir, düzyazı, deneme, eleştiri, anı, kimi zaman güncel siyaset içerikli yazılar vs vs birçok içerik vardı. Bu, dergiyi hem güncel hem de dinamik tutuyordu. Elbette diğer edebiyat dergilerinde de hemen hemen böyle; ama Özgür Edebiyat Dergisi (bir de Sözcükler var) yapısal olarak kitap formatında çıkan, sade olan sayfa tasarımları ve popüler olmak, ana akıma kapılmak gibi derdi olmayan özellikleriyle diğerlerinden farklıydı. Başka olumlu etkenler de sayılabilir tabi.

Mevsimler değişti, tekrar değişti derken bir sonbaharda, 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı zamanında derginin yeni sayısını almak için Özgür Yayınları'nın standına gittim ve aldım. O günün akşamında evde dergiye göz gezdirmeye başlayacaktım.

Burada da belirteyim, Atilla Birkiye'yi sonraları fark ettikten sonra bu dergiyi her aldığımda ilk olarak onun yazısını okurdum. Atilla Birkiye, "Kalemin Ucu" adıyla dergide yazılarını yazardı ve derginin en son yazısı, Atilla Birkiye'nin yazısıydı her zaman. E alışkanlık işte, yine dergiyi alıp içindekilere yarım yamalak baktıktan sonra Atilla Birkiye'nin yeni yazısını okumak için derginin son sayfasını açtım. Açtım da, bir de ne göreyim. Hiç alışık olmadığım, Editörden (Metin Celâl) diye bir yazı. Altındaki başlığı da "Tadında Bırakmak...".

Yazıda; derginin yedinci yılını doldurduğunu, Türkiye'deki dergiciliğin zorluğundan, yayıncılıktan vs vs bahsediyor Metin Celâl. Ve bu, 42. sayının son olduğundan. Tadında bırakmak'tan...

Derginin kapağında da kocaman "Tadında Bırakmak" yazıyor ama, insan düşünemiyor işte. Bu yazıyı okuduktan sonra hemen bende olmayan Özgür Edebiyat sayılarının listesini çıkardım. Fazla eksiğim yoktu hani. 9 sayı kadar eksiğim vardı. Onlar da peş peşe geliyordu zaten. Bir dönem alamadığım zamanın şimdiye yansımasıydı onlar da. Sonra alabileceğim tek yer olan yayınevinden gidip aldım. Şansım vardı ki istediğim sayılar vardı. Bu sayede ülkedeki yazın dünyasında bir süre var olmuş bu derginin bütün sayılarını tamamlamış oldum. Buruk bir sevinçle...

Yazık ki şu coğrafyada dergicilik zor bir iş. Hele hele böylesine popüler olmaktan uzak olanların, kendi kitlesini sadece dergisini çıkararak oluşturanların, reklam vermekten uzak olanların işi çok çok daha zor. Ne diyeyim. Umarız ki böyle yayınlar her zaman olsun. Bir tanesini kaybettik ama... halen bu türden az da olsa yayınlar, dergiler mevcut. Sonuçta, Ocak - Şubat 2014 tarihi ile 43. sayısını göremediğimiz Özgür Edebiyat Dergisi artık yok.