BAĞLANTILAR

26 Aralık 2013 Perşembe

Mississippi Yanıyor (Mississippi Burning) - 1988

Yıllar öncesinden yazılmış bir Oktay Akbal yazısını okuyordum kitaptan. Hangi kitabında okuduğumu hatırlamıyorum, yazısında söz arasında bu film de geçiyordu. Bu filmin adını vermiş ve örnek göstermişti. Geçenlerde benim de aklıma gelmişti ve bu filmi izleyeyim dedim. Zaten hemen sonrasında bu 1988 yapımı Mississippi Burning filmini izledim.

Bildiğimiz bir Amerikan ve Hollywood filmi. Yani anlatı olarak, kahraman yapısı, teknik ve birtakım başka özellikler olarak da tipik, bildiğimiz bir Amerikan filmi. Daha önce bazı tartışmaların içinde yer almış yönetmen Alan Parker'ın yönettiği filmin başrollerinde Gene Hackman ve günümüzün iyi bildiği oyuncusu Willem Dafoe var. Onlar FBI'ın bir bölgede (Mississippi) asayişi sağlamaları için gönderdiği görevli kişiler.

Genel olarak film için "ırkçılık karşıtı filmdir, bunu eleştirir" deyip kenara çekilebilinir. Ama bu belki de Amerikan filmlerinin bir özelliğinden olsa gerek izlenimi bu şekilde veriyor. Çünkü ırkçılık karşıtlığını evet veriyor, ama bunun yanında başka şeyleri de veriyor.

60'lardaki zenci - beyaz kavgalarında, yaşanmış bir olaydan esinlenerek bir dönem Amerika'sının panoraması resmediliyor filmde. İçeriğine çok girmeden konu hakkında bir açıklama yapmak gerekirse; Mississipi'de ırkçılık faaliyetleri yüksek boyutlarda ve beyazların siyahlar üzerinde ciddi bir üstünlüğü mevcuttur. Bölgede bulunan İnsan Hakları görevlilerinin ve yanlarındaki bir siyahinin öldürülmesi üzerine bölgede geniş çaplı araştırma başlar. Bu araştırmaların başında ise, FBI tarafından görevlendirilen iki kişi vardır. Bu süreçte ırkçılık karşıtı faaliyetlere karşı duran FBI görevlileri ve onların karşısında Mississippi'deki yerel asayiş (şerif/polis) görevlileri karşı karşıya gelir. Devamını söylemeyeyim, ama bir soru işareti vardır ki o da şudur; acaba bu cinayetin ardında polis mi var?

Filmde FBI görevlileri ırkçılık karşıtı, kahraman, lider gibi gösterilmiş, elbette. Yerel asayişlerse gayet hatalı bir yapılanma olarak verilmiş. Yani bu ırkçılığın nedeni Amerikan yönetimi değil de, genel merkezden bağımsız olarak ortaya çıkan birtakım yapılanmalarmış gibi verilmiş. Belki gerçekte de böyle olmuş olabilir. Ama film, sanki her yerde ve her zaman böyleymiş gibi bir algı yaratıyor. Amerikan merkez yönetimini, FBI kurumunu yüksek ve masum bir konuma yerleştiriyor. Ama bizler biliyoruz ki hiçbiri filmdeki kadar masum değil. Yukarıda başka şeyleri de veriyor derken kastettiğim buydu. Amerikan filmlerinin tipik özelliği olarak Amerika'yı yüceltmek yani.

Ama bütün bu konulardan sıyrılıp filmin verdiği mesaja geçersek iş değişiyor. FBI, filmin mesajını vermek için kullanılacak en iyi kurum ve yapılanma olduğu için de bu yol seçilmiş olabilir. Filmde bir gerçek var, yıllardır da her yerden duyduğumuz bir gerçek, o da şu: Siyasi ya da ırkçı faaliyetler, yetkili mercilerin işin içine girmesiyle güçleniyor. Ve bu işin içine girmesiyle de yapılan bütün yanlışlar, hukuksuzluklar her ne varsa yine bu güç erki ile saklanıp ört bas edilebiliyor. Bu açıdan filmi günümüze uyarlarsak, yaşananlara şöyle bir bakarsak filmin mesajını gayet de güzel verdiğini görüyoruz. Ama ne olursa olsun her daim birileri çıkıyor ve hukuksuzları, yanlışları engellemek için mücadeleye girişiyor. Bu da filmde FBI görevlileri olarak verilmiştir.

Bu filmi izledikten sonra aklıma başka bir film geldi, yine yıllar öncesinden gelen. Bu film de Costa-Gavras'ın "Z" (Ölümsüz) adlı filmi. Bu filmde de siyasi bir kimliğin ölümünün ardından soruşturmalar başlıyor. Burada da görüyoruz ki, bu suikastin arkasında polis, asker gibi yetkili birimler var. Ve onlar bu suikastin gizlenmesi için her türlü çalışmayı yapıyor. Basına baskı, yanlış ifadelerle yanlış yönlendirmeler vs vs. Ama bu filmde de birisi çıkıyor, yılmıyor ve gerçek için mücadele ediyor. Mississippi Yanıyor'daki FBI(!) görevlileri gibi. İki filmde de genelin dışındaki muhalif olan insanlar mağdur konumda ve yönetimlerce itelenen durumdalar.

Bu iki örneğe bakınca ne kadar da birbirlerine benziyor bu iki film. Birisi 1969 Costa-Gavras imzalı "Z" adlı film. Türkçesi "Ölümsüz" olarak çevrilmiş. Mississipi Burning ise 1988 yapımı Alan Parker filmi. Tabi Costa-Gavras gibi bir yönetmenin filmini bir Amerikan filmi ile beraber değerlendirmek ne kadar doğru bilmiyorum. Filmlerin içeriklerinin benzeşiminden yola çıkarak aklıma geldi. Aslında sadece Mississippi Burning filmi hakkında yazacaktım! Olmadı. Yine de ne olursa olsun, sanat bir şeyleri her zaman bize söylüyor. Daha genel bakalım. Düşünelim. Bu iki filmi de günümüze veya herhangi bir döneme uyarladığınızda hiç de boş durmuyorlar.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Arsa Kültürü


Evet, 'Arsa Kültürü'. Bu tanımlamayı ilk olarak Cüneyt Altunç'un "Suadiye, Suadiye" adlı kitabında görmüştüm. İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın katkılarıyla Heyemola Yayınları'ndan çıkan o gerçekten beğendiğim "İstanbulum" dizisinin 10. kitabı "Suadiye, Suadiye". Bendeki 2009 basımlı olan kitabı, sanırım 2010'da okumuştum.


Cüneyt Altunç'un o güzel anlatımıyla Suadiye'nin tarihini, geçmişini, kimi mekânlarını, fiziki yapısını, yazarın ele aldığı tanıdık isimlerini ve anılarını tatlı bir şekilde okuyorsunuz. 1954 doğumlu yazar; Suadiye izlenimlerini, anılarını ve tarihini, iç içe geçmiş sade bir üslüpla anlatırken siz de tahmin edersiniz ki değişen şehir düzeninde, oradaki değişim de ele alınmıştır. Yaşı itibariyle de değişimin öncesi ve sonrasını da net görebilecek bir artısı(!) da vardır.

Gelelim konuya. "Suadiye, Suadiye" kitabının 189. sayfasının son kısmında bir ifade vardır. Aslında kitabın genelinde bulunan birtakım sorunsalların genel olarak isimlendirilmiş halidir bana göre. Burada yer alan ifade Arsa Kültürü'dür. Yazar Cüneyt Altunç'un bir başkasından tırnak içinde alıntı olarak verdiği bu alıntı aslında şehirleşmenin boyutunun soğukluğunu da yansıtıyordu.


Eğer kitapta bahsi geçen Suadiye ve burası gibi bir yapıya sahip olan yerlerden bahsersek, az nüfuslu, dingin ve apartmanların olmadığı küçük yükseklikteki binaların olduğu yerlerdir. Hani geçmiş dönemleri görmedik, ama az çok fotoğraflardan görmüş ya da yazılardan okumuşuzdur; büyüklerimizden dinlemişizdir. Daha genele yayarsak genel olarak İstanbul için de seyrek bir yapılaşmanın olduğunu biliriz. 1950 ile 1985 civarlarındaki şehir yapılarının nasıl olduğunu ve olabileceğini de az çok biliriz. Çünkü o dönemlerde nüfus artışı bu şekilde korkunç boyutlarda değildi. Her yere imar planlamaları yapılıp yüksek apartman binaları, gökdelenler yapmak gibi bir düşünce ve teknik uygun değildi.

"Ne oldu da böyle değişti?", "Ne oldu da böyle bozuldu?" diye aslında özellikle bu geçişi ilk zamanlarından beri gören nesiller soruyor, düşünüyor. Şehirleşme, gelişme, büyüme, teknoloji, ilerleme, dönüşüm diye tabir edilen ve bizlere sunulan biçimler aslında insanları ve insanlığı mı eritiyor. İnsanlar kendi ürettikleri kavramlar ve yapılarla; yaşam stileriyle kendi neslini mi değersizleştiriyor?

Para için, yöneten konumunda olan birileri neden kendi türünde bulunan başka insanlara kendi istediğini kabul ettirmek durumunda olur? Para yaşamın önüne geçmiş durumda ne yazık ki. Sadece insanlar da değil elbet. Şu zamanlarda sokaklarda, binaların merdivenlerinde, asfaltın soğuk/sıcağında yaşayan, arabaların altında yatan -bazen bu yüzden ölen- sokak hayvanlarına ne demeli!.. Elbette şehirlerde bir değişim, doğru anlamda bir büyüme bir değişme gereklidir, çağın ve zamanın değişmesiyle birlikte; ihtiyaçların değişmesi ve çeşitlenmesiyle birlikte. Ama bu değişimin belli kesimler tarafından belli yanlışlıklarla plânsızca olması sorunların başında geliyor.

Atilla Birkiye'nin Nisan 2013 tarihinde Literatür Yayınları'ndan çıkan "İstanbul'da Mavi Bir Tereddüt" adlı kitabında günümüzü görebiliyoruz. Günümüz sıkıntılarını. Bir İstanbul âşığı olan Atilla Birkiye'nin; bu kitabında baştan sona gördüğümüz bir iç sıkıntısı, bunaltı ve tabii ki İstanbul şehrini geçmişiyle ve günümüzle -özellikle günümüzle- ele aldığı denemeleri var. Günümüzün bakışıyla, İstanbul ile ilgili iyi ve kötü bir dokunun resmedildiği yazılar bunlar.

Atilla Birkiye de bu kitabında denemelerinde sıkça ele almıştır: Şehirde yapılanların kimi eş dost çevrelerinin kendi arasında, kendi kararlarıyla yaptığı yapıları eleştirir. Yapılan yapılar ya da değişimler bir sorun değildir diye belirtir haklı olarak çünkü, asıl sorun bu yapılanların dokuya aykırı, çarpık, uygunsuz ve halkın hiçbir düşüncesini almadan belli kişilerce düşünülüp yapılan yapılaşmalar olduğunu belirtiyor. Yine bu yapıların birtakım siyasi ve rantsal tanıdık çevrelerinin başı çekerek onlar tarafından dokuyu, çevreyi ve buna bağlı olarak yaşantıyı bozacak şekilde yapıldığını dile getirir.

Günümüzde toplumsal olarak ülkemizdeki ayaklanmaları da göz önünde bulundurursak, durumun ne boyutta olduğunu ve etki aşamasının nereye kadar yükseldiğini anlamış olabiliriz.

Tekrar Cüneyt Altunç'un "Suadiye, Suadiye" kitabına dönecek olursak, kitabın 187. sayfasındaki "Bağımsız ve Bakımsız Ev(ler)imiz Kan Kaybediyor" mini başlığıyla bu konuda birtakım açıklamalar getiriyor yazar. 60'lı yıllardaki Fransa öncüllü değişim hareketleri, Vietnam Savaşı ve ABD'ye karşı düşünceler derken çevresel dengeler de siyasal değişimlerle değişiyordu. İstanbul'un değişimi(!) için ilk sinyallerin, 1965'te çıkarılan "Kat Mülkiyeti Kanunu" ile apartmanlara geçişin belirmeye başlaması olduğu belirtiliyor. Ve artık İstanbul'un yıllardır şikâyet ettiği plânsız yapılaşmasının tohumlarının atıldığı ekleniyor. Tabi o zamanlarda çevre bilincinin olmadığı da söyleniyor. Yıllar alıp başını gittiğinde ise korkunç boyutlarda oluyor. Bunu şimdi bizler de bilerek ve yaşayarak söyleyebiliyoruz.

Kadıköy İskele
Elbette bu durum sadece bu kanun değildir. Bu kanun belki o zamanlarda iyi niyetle de ortaya atılmış olabilir. Zaman içinde iktidarlar, dünya düzeni, teknik, ekoloji gibi birçok denge değişti.

Ama özellikle artık İstanbul'un her yeri için veya İstanbul dışındaki herhangi bir şehrin merkezinde görülen, en küçük bir boşluk(arsa) göze batıyor. Ranta dönüyor, paraya dönüyor. Günümüzde bu boşluklarda hemen bir yapılaşma görülüyor. Özellikle yapılaşmanın 90'lı yıllardaki nüfus artışı ile doğru orantılı olmasının yanında, aslında nüfustan da hızlı bir şekilde seyrettiğini söyleyebiliriz günümüzün 2010'lu yıllarında.

Bizler de biliyoruz ki özellikle 2000'li, daha da hızlı hale gelen evresi 2010'lu yıllardan sonra artık her yere apartmanlar, gökdelenler, çeşitli tanımlanamayan yapılar yapılmakta. Yeşili görmek için bir yerlere gitmek, mücadele vermek gerekir oldu. Oysa eski fotoğrfarlara baktığımızda gerçekten arsaların nefes alma boşluğu özelliği şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Kitaptan Arsa Kültürü tanımlamasının geçtiği kısa paragrafı paylaşmak istiyorum. Şöyle yazmaktadır orada:

"Mahalleli olmak vardı ve bu çok önemliydi." diyor Süleyman Turan ve devam ediyor. "Her yerde arsa vardı. Arsa kültürü vardı, mahalle kültürü vardı. Zaten dikkat edin; gerek televizyonlarda; gerek sinemalarda mahalle teması işlendiğinde, iyi işlenirse her zaman prim yapmıştır. O bir renktir o bir hoşluktur. Çeşitli meslek grubudaki insanların dayanışmaları, mahalle delikanlılarının kendi aralarında kenetlenmişlik falan vardı. Şimdi apartmanlarda kim oturuyor bilmiyoruz. Geçenlerde asansörde birisiyle karşılaştım. 'Siz yenisiniz galiba...' dedim. Adam yirmi yıldır oturuyormuş." (*)

Arsa Kültürü. Bana kalırsa da çok önemli. Eskiden insanların top oynadıkları, şehirde parkların dışındaki bağımsız nefes alma alanları, az çok yeşilliği gördüğümüz, bazılarında çimenlerine bastığımız alanlardır arsalar. Arsa olarak tanımlanması da önemli değil elbet. Herhangi bir boşluk da diyebiliriz. Ama konumuz Arsa Kültürü. Hepsini kapsayan, önemli bir konu.

Oktay Akbal'ın 1946'da "Önce Ekmekler Bozuldu" adlıyla yayınlanan ilk öykü kitabındaki bir bölümde, yine bu konuyla ilgili bir kısım dikkatimi çekti. Kitapta yer alan "Semt" adlı ikinci öyküsünde şöyle bir ifade vardır:

"... tozlu arsalarda çocukluğumun sayısız oyunlarını oynadım, meşin bir topun ardı sıra sebebini bilmeden tekme savurdum, ter döktüm. ..." (**)

Değerli öykücü Oktay Akbal'ın ilk öykü kitabındaki bu kısım, geçmişte sistemin nasıl olduğu hakkında bilgiler sunuyor. Benzer bir durum, Cüneyt Altunç'un Suadiye, Suadiye"sinde de vardır.

Günümüzde artık şehir merkezlerinde arsa diye bir şey kalmamak üzere tüketilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak. Artık şehir merkezlerinde, İstanbul'un kalabalık merkezi semtlerinde arsa olmayacak. İstanbul'un gökdelenlerinin en yoğun olduğu 4. Levent bölgesinde binaların arasında boş gördüğüm iki arsa vardı. Fotoğraflarını çektim. Ama eski o top oynanan, çimenlerinde gezilen arsalara çok benzemiyorlardı ve küçüklerdi. Demek ki, bu bahsettiğim İstanbul'un ve başka şehirlerin merkezindeki arsaların durumları tam böyle olmasa da buna benzer bir halde.

Kimisi çöplük, kimisi de yıkılan eski binanın enkazı ile dolu. Bu enkaz dolu olan arsa da yüksek, apartmanlı bir bina yapılmak üzere, yeni binasını beklemekte. Günümüzde gelinen durum ne yazık ki böyle, kötü. Durum keşke sadece şehir merkezleriyle kısıtlı kalsaydı. Kırsal yerlerde, köylerde, dağlarda ve tepelerde de yüksek düzeyde bir doğa tahribatı var. Tabi konumuz bu değil ama demem o ki, bu değişim(!) yüksek derecede her yerde mevcut.


Arsa Kültürü şehirlerdeki samimiyetin kültürüydü. Gerçek doğallığın ve dingin şehir hayatının kültürüydü. Ne diyeyim, keşke böyle olmasaydı. Son zamanlarda yazılarımı hep olumsuz bitiriyorum ama ne yazık ki durumlar böyle!..





(*)  : Suadiye Suadiye, Cüneyt Altunç, s.189-180 - Heyemola Yayınları
(**): Önce Ekmekler Bozuldu, Oktay Akbal, 'Semt' adlı öykü, s.25 - Cumhuriyet Kitapları (yeni basımı)


16 Ekim 2013 Çarşamba

Inception (Başlangıç) - Christopher Nolan (2010)

Bu filmi çok önceleri izlemiştim aslında da, geçtiğimiz senelerde bir ders için değerlendirme yazılması istenmişti. Ben de o zamanlar yazdığım değerlendirmeyi buraya da yazayım dedim. İşte o değerlendirme:

Film, özgün bir senaryodan yola çıkılarak çekilmiştir. Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Christopher Nolan’dır. Film, kurmaca bir film olmakla beraber, bu yolla insan bilinci içindeki bilimsel durumları göstermeye çalışmıştır. Hikâye, genel olarak içerisinde psikoloji ve fizik içermektedir. Bütün olarak bilimkurgu türüne giren, Nolan’ın karışık kurgu anlayışını sürdüren yapıyı devam ettirmiştir film. Bilinçaltı, bir insanın kara kutusudur ve buradaki bir şey yok olmaz, tam tersine bazen bilinç katmanına aktarılır. İnsanın bilinç halindeyken bile unuttuğu ve bir daha asla hatırlamadığı bir şey, bilinçaltında kalmaya devam eder ve yok olmaz. Rüyalar da insan bilinçaltının en çok açığa çıktığı; ama kişinin bunu kontrol edemediği uykunun REM döneminde meydana gelen bir olaydır.

İnsan bilinçaltın rüyalar ile bütün halinde veren Film, bir hırsızın başkalarının rüyalarına girip o kişideki önemli bilgileri çalma durumunu ele almıştır. Bu şekilde de insan bilinçaltı sorgulanıp, fiziksel olarak göstermeye çalışmıştır. Film; beynin yüzde olarak çok çok küçük bir kısmını kullanan insanın bilinçaltında, gündelik yaşamındaki parçaların, rüyalarda nasıl birleşip kompleks bir yapıda geri döndüğünü göstermiştir. Psikolojik olarak insan bilinçaltını ele alırken, aynı zamanda rüya içinde rüya gibi bir başka katmanla da yeni bir hikâye açmıştır. Bu şekilde de fiziğin küçük parçacıklarında zaman kavramının değiştiğini göstermiştir.

Filmin kaynak fikri olan bu konuları detaylı şekilde ele almak gereklidir. Çünkü film bunlar üzerine kuruludur; bunlar bilinmeden filmi anlamak daha zor olacaktır. Bir insanın rüyasında saatlerce gördüğünü sandığı şey gerçek zamanda sadece birkaç saniyeye denk gelmektedir (bunun 1 ile 20 saniye arasında değiştiği söylenmektedir). Bu durum, aslında insanın daha küçük bir zamanda rüya gördüğünü gösterir. Bu küçük zaman, rüya görülen katmanda gayet normalmiş gibi algılanır.

İşte bu küçük zaman, bir anlamda kuantum zamanıdır. Yani bir maddenin bölünen parçalarının kendine ait başka bir zaman ortaya çıkarmasıdır. Ve tabi bu parçaların bölünmesiyle ortaya çıkan daha küçük yeni parçaların da ortaya çıkardığı daha yeni bir zamanın oluşmasıdır. Ve bu zamanlar, madde küçüldükçe büyük parçaya göre hızlanır. Kaba bir örnekle; büyük parça için yaşanan 2 saat, daha küçük bir parçası için 1 saate denk gelebilir (büyük parçaya göre tabii). Ancak hepsinin kendi zamanına girilecek olursa büyük parça için geçen 2 saat, küçük parçanın kendi zamanında 5 saate denk gelebilir. Çünkü zaman hiç kimsede aynı değildir. Zaman Einstein’ın da dediği gibi izafidir. Filmin çıkış noktasında da tamamen bilimsel bir yan vardır. Bunu insan bilinçaltı ile birleştirip bir öykü aracılığı ve kurgu desteğiyle vermek üzere yola çıkmıştır. Bilimsellik; hikâyede layer zinciri ile verilen rüyaların her birinin da derinine inerek, daha mikro zamana geçiş yapması ile verilmiştir. Sonuç olarak kabaca bu izafi zaman ve insan bilinçaltı, filmin çıkış noktasını oluşturur.

7 Ekim 2013 Pazartesi

32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı (2013)

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle gerçekleştirilecek olan 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı tarihleri de yaklaştı.

Bu yılki festival, 2 - 10 Kasım 2013 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi'nin olduğu Büyükçekmece'de düzenlenecek. Bu yılki 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'na 650 yayınevi katılacak.

Bu seneye kadar bulunduğu konum nedeniyle ulaşımı her zaman sıkıntı olan fuara, belli yerlerden bu sene de servisler kalkacak. Servisler kalkacak olsa da biliniyor ki, belediyenin toplu taşıma araçları tercih ediliyor. Böyle olunca da hem kalabalık hem de uzun olan yol çileye dönüşebiliyor. Sorunlara denk gelmemek için fuara gidilecek saatlerin iyi seçilmesi gerekiyor. Ben de birçok kez türlü sorunlara denk geldiğim için uyarayım.

Fuar bu yıl haftaiçi 19:00'a, haftasonu da 20:00'a kadar açık olacakmış. Bütün günlerin açılış saatleri ise 10:00.

Bu seneki fuarın onur yazarı Prof. Dr. Taner Timur, teması ise Geçmişteki Gelecek olarak belirlenmiş. Konuk ülke de Çin Halk Cumhuriyeti olmuş.





32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı ile ilgili daha detaylı bilgi için, resmi internet sayfasına buradan bakabailirsiniz.

Yekta Kopan - Aile Çay Bahçesi Üzerine



Günümüzün ve dolayısıyla çağdaş Türk edebiyatının başarılı kalemlerinden Yekta Kopan'ın yeni romanı "Aile Çay Bahçesi" yayınlandı. Aslında Yekta Kopan bildiğimiz gibi daha çok öykücülüğü ile ön plana çıkan bir yazar. Sanırım bu ikinci romanı. İlki 2004 yılında "İçimde Kim Var" adıyla yayınlanmış.

Yakın bir zaman önce NTV'deki "Gece Gündüz" programı ile yolları ayrılan Yekta Kopan'ın bu yeni kitabı, ekim ayı başlar başlamaz kitapçılarda yerini aldı. Ben de çıktıktan bir gün sonra hemen kitabı aldım. Kitabın detaylarına hiç bakmamıştım. "Yekta Kopan'ın yeni kitabı çıkmış, hemen gidip alayım." oldu benimki. Öyküdür diye düşünmüştüm, alırken gördüm ki, öykü değilmiş. Öykü geleneğinden gelen yazarların romanlarını okumak da ayrı bir güzeldir tabii. Çünkü öykülerindeki o yoğunlaşmayı, romanlarına aktarmakta daha başarılı oluyorlar.


Kısa bir roman, 144 sayfa. Tabii ki fiziksel boyutları olarak. Bir romanın kısa olması, içinin binlerce sayfalık genişlikte olmasını engellemez elbet! Bir de dediğim gibi, öykücü gelenekten gelen yazarlarda bu yoğunluk daha belirgindir.

Çok belirgin bir ayrım yapmam, ama öyküyü her zaman daha çok sevmişimdir. Yekta Kopan da aslında bir öykü yazarı bana göre. Onu öyküleriyle tanıdım. Çağdaş yazınımız için güçlü bir kalem olduğu artık yadsınamaz. Yeni romanı "Aile Çay Bahçesi" de yine kalemini ve düşüncelerini ustaca harmanladığı başarılı bir kitap.

Bu yazıyı yazmadan önce kitaplığıma baktım, başka hangi Yekta Kopan kitapları var diye. Ben daha fazla biliyordum ama böyle değilmiş. Bunun yanında okuyup başkalarına verdiğim, başkalarından ödünç alarak okuduğum kitapları da var tabii ki. Sağdaki fotoğrafta gördüğümüz de bende bulunan kitapları. Nereye gitmişler bilmiyorum ama daha fazlası belleğimde duruyor.

Yekta Kopan'ın popüler ve güçlü bir kalem olmasının nedeni bana göre -medyayı bir kenara bırakalım- sade, ayrıca anlaşılır bir dil kullanmasıdır. Çağdaş yazınımızda, sadelikle ve özenle birleştirilmiş parçaların biçimsel yapısı onun en büyük artısıdır. Parçalar ile bütünü gösterme özelliği, özenle seçilmiş sade Türkçesi sayesinde çoğu zaman başarılı bir sonuca götürür bizi. Öykülerindeki ve bu romanındaki izlekleri düşünürken, bu izlekleri bize sunduğu parçalardan çıkarmaya çalışırken, bize yol gösteren imgeleri bir yerlerde -kimi zaman açıkça- sunmaktadır.


Belki de bu yazarın bir oyunudur!.. Bize gösterdiği farklı imgelerle, parçalarla, bizden asıl izlekleri gizliyordur da. Şu âna kadarki başlıca izlekler belki de farklı olanlardı; bunu bilemeyiz. Bu durum, yazarın kalemini kullanma derecesine bağlıdır. Ancak, Yekta Kopan'ın kitaplarında herkesin kendine göre çıkarabileceği, birbiri ardına gizlenmiş veya birbirinin ardından gelen farklı katmanlarda izlekler bulunabilir.

"Aile Çay Bahçesi". Romanın ana karakteri Müzeyyen. Sürpriz Çiğdem. Müzeyyen'in annesi, babası, babaannesi, en yakın arkadaşı ve birkaç karakter daha. Elbette romanın içeriğinden ya da içeriğine yönelik bir şeylerden bahsetmem ve bahsedemem. Hem roman yeni çıktığı için hem de okumayanların kitap üzerine olan düşüncelerini değiştirp etkilememek için. E öyle ya, sonuçta bu kitabı okuyanlar, dış etkenler olmadan okursa daha özgün sonuca ve düşüncelere varacaklardır ilk turda.

Birkaç şeyden bahsedebilirim. Romanda yer alan karakter adlarının temsiliyetleri önemlidir. Belki ana karakter Müzeyyen'in adının temsiliyeti sürekli vurugulanıyor olsa da, diğer karakterlerin de adlarını dikkatlice incelemek gerek. Ayrıca, romandaki bu isimlerin yaptıkları işlerle, olay örgüsündeki temsil ettikleri karakterlere bütünsel olarak bakınca, aslında yazarın çok da tesadüf olmayan detaylarını da az çok anlayabilirsiniz.

Şunu söyleyebilirim ki bu fiziksel olarak kısa olan romanda, son zamanlarda okuduğum en başarılı kadın karakter hayatımıza giriyor. Karakter öyle güzel çözülerek bize sunuluyor ki, biraz ilerledikten sonra artık karakterin nasıl düşünebileceğini siz de kestirebiliyorsunuz. Romandaki ana karakterin psikolojisi çok güçlü bir şekilde bize sunuluyor.

Sanırım kitap üzerine olan ilk röportajdı, 4 Ekim 2013 Cuma günkü Radikal gazetesinin eki Radikal Kitap'ta da bahsedilmişti: Bir aile kurumunun iyi görünen yüzünün ardındaki mutsuzluğunu, ana karakter Müzeyyen üzerinden anlatması ile başlıyordu yazı. Radikal Kitap'ta, kitabın adının tesadüf olmadığı da belirtiliyordu hemen başlarda. Elbette; kitabın adının "Aile Çay Bahçesi" olması, anlattığı kurum ile -aile, temsil ettiği imgesel bütünlüğün bir anlamda göstergesi aslında. Roman buna benzer fiziksel ve imgesel yapıyı bize birkaç yerde sunuyor. Bütünü, bütünün parçalarını ve tabii ki romandaki imgelere göre temsiliyetlerini...

Buna bir örnek vererek yazıyı sonlandırayım. "Aile Çay Bahçesi"nde adı geçen sanat eserleri var. Şimdi hepsini söylemeyeyim. Radikal Kitap'ta Hamlet adı geçiyor. Bunu söyleyebilirim. Bir de, bir tablonun adı geçiyor. Bu tablonun kullanımı da bana göre önemli. Romanda 88. sayfada bu tablonun tasviri yapılıyor ana karakterin düşüncesiyle. Yine bu sayfada karakter tarafından da belirtiliyor aslında, benim de burada dikkat çekmek istediğim şey, tablonun yapılış biçimi. Orada nokta diye ifade ediliyor. Noktaların birleşimi ile bütünün olması belirtliyor. Bu da önemli bir detay bana göre. Noktalardan oluşan bir kadın. Yani parçalardan.

Daha yukarıda belirttiğim gibi, parçaların bize sunulmasıyla bizler de bütünü bulmaya çalışıyoruz. "Aile Çay Bahçesi" adının bütünsel olarak temsil ettiği imgeyle, tablonun tam olarak bütününü görürüz. Ancak anlatıcı ana karaktere, yani detaya indiğimizde, aile kurumunun içinde -iyi olarak- bilinenden farklı yönde sorunlar olduğunu görürüz. İşte romanın adının da taşıdığı imge burada devreye giriyor. Georges Seurat'nın noktacılık tekniği ile yaptığı "Les Poseuses" adlı tablosunda detaya indiğimizde, romandaki tabiriyle noktalardan oluştuğunu görüyoruz -belki küçük olayları. Yani o noktalar bir bütünü oluşturuyor. Tıpkı bütünsel olarak ya da genelden baktığımızda "Aile Çay Bahçesi"ni gördüğümüz gibi, noktalardan oluşan tabloya da bütünden bakınca aynı şekilde o bütünü görürüz. Daha da ileri gidilirse, belki de aile çay bahçesini de görebiliriz!..



Okurken su gibi akıp giden bir biçimde bir anda bitireceksiniz kitabı, eminim. Ne diyeyim, kitap yandaki reklamda gördüğümüz kadar kalın olmasa da, o reklamdaki kalınlıktan daha fazlasını sunuyor aslında.

Yekta KOPAN - "Aile Çay Bahçesi"
Can Yayınları - Ekim 2013
Etiket Fiyatı: 10 TL


4 Ekim 2013 Cuma

Minimal Çağ Mı, Yoksa Büyük Görseller Mi?

Bu yazımda çağımız üzerinde durarak, teknolojinin ve sunumlarının kullanım şekli ile ilgili konulara değineceğim. Daha önceki Post Klasik 'Klasik Müzik' başlıklı yazımla bağlantılı konu hemen hemen. 

İçeriğe geçeyim. Tabii ki internet konunun merkezinde aslında, sonrasında yaşam biçiminde internet kullanımındaki benzerlikler var. Şöyle başlayayım, çağımızda minimal şeyler daha çok tercih edilir, her açıdan. İlk olarak, bugün Google'dan bahsersek onun bu kadar popüler olmasının sebebi sade arayüzüydü, bilirsiniz. Önceden Yahoo vardı. Ancak sonradan Google o sade arayüzü ile daha çok tercih edilir oldu zamanla. Tabi zaman içinde sosyolojik, psikolojik araştırmalardan da, sade olanın daha çok tercih edilir olduğunu zaten biliyoruz.

Facebook için de arayüzünün kolay kullanımı sayeseinde bu kadar güçlendiğini söyleyebiliriz. Evet, 'sadelik' ve 'kolaylık'. Bu iki unsur çok önemli. İnternet dünyası ile, medya ile, çeşitli reklamlar ile insanlar sürekli bir şeyler alıyor. Elbette buna yetişmek için, çağın bu inanılmaz hızına ayak uydurmak için insanlar da çaba gösteriyor. Ama elbette yetişemiyor. Mail hesapları, Facebook, Twitter ve çeşitli birçok siteye üyelikler vs. E bir de bunların yanında güncel olanı takip etme, haber okuma gerekliliği de ekleniyor. Aynı zamanda işe gidip gelen insanlar... Öğrenim görenler. Yorgun ve kısıtlı zaman gündelikleri. Beslenme. İhtiyaçlar... Ve daha çok fazlası. Bütün bunların içinde uygun ve ön plana çıkan olan ne olabilir sorusuna cevap; küçük olan, kolay olan, sade olan ön plana çıkacaktır. Çünkü zaman kısıtlı.

Dediğim gibi Google sadeliği ile popüler oldu, Facebook da kolay arayüzü ile. Çünkü insanlar bir şeyleri çözmek için uzunca zaman harcamıyordu. O yüzdendir ki bugün bir site arayüz değiştirdiğinde insanlar memnun kalmıyor (Facebook zaman tüneline geçiş, vb gibi değişimler). Blog çağı denmişti. Çok değil, bundan birkaç yıl önce bloglarda uzun uzun yazılar daha popülerdi. Aslında internetin en verimli mecrası da bence bloglardır. Şimdi benim de şu an uzunca yazılar yazdığım bloglar azaldı. Çünkü insanlar uzun yazıları okumuyor -yeni nesil en başta. Yeni bir şeyleri görmek için sabırsızlanıyor ve tek bir yerde zaman kaybetmek istemiyor. Bu yüzden kısa yazılar daha çok okunuyor. Böyle olunca benimki gibi uzun yazan bloglar yerine daha kısa yazılar ilgi görüyor. Çünkü hem daha çok şey okuyor hem daha az zaman harcıyor insanlar.

Tam bu noktada devreye Twitter giriyor. Kurulurken böyle bir sosyal analiz ile mi düşünüldü bilmiyorum ama bu kadar popüler olmasının başında mikro blog olması geliyor bence. Kısıtlı karakter olması her ne kadar memnun edici olmasa da, büyümesinin nedenlerinden biri de budur. Çok daha şeyi, hem de yazanını gerçekten bildiğin bir yerde kısa olarak takip edebiliyorsun. Hem gündem de var, haber okumak için başka yerlerde zaman da harcamaya gerek yok. İşte görüldüğü gibi durum bu. Zaman kısıtlı ve çok şey var, o yüzden minimal olanın tercih edilmesi kaçınılmaz oluyor. Belki mikro minimal... Minimal çağ mı, kısıtlı olmaktan doğan minimal çağ mı? diye sorulabilir burada işte.

Birçoğu da internette uzun bir yazıyı okumaz. Başlıkları okur. Belki bir paragraf okur ve o uzun yazı kapatılır. Yetişen yeni nesil, artık büyük bir çoğunluğu ile böyle. Uzun yazıları okumaz. Sanal kimliklerinde büyük karakterler yaratma peşindeler aslında... Bırakın uzun haber veya yazı okumayı, kısasını okumaya bile yaklaşmaz çoğu. Çünkü başka işlerden zaman bulmazlar.

Bir yazının okunması için görselinin çok dikkat çekici, büyük, skandal olması gerekir.
Bugün birçok haber sitesinin ana sayfasına baktığınızda, haberlerin başlıklarının kimi zaman acayip derecede alakasız, ama merak uyandıran başlık ve görsel içerdiğini görürsünüz.


Bunun sebebi görselin pazarlamasını yapıp, okunmasını sağlamak. Çünkü dedim ya, başka türlü uzun yazılar okunmuyor diye. Bu da artık uç noktası olacak ki, haber okutmak için böyle bir görselliğin sunulduğu yöntem seçilmiş. Sunum büyük olmalı. Ama işe yarıyor bana göre...


Şimdi bunu yaşam biçiminde özdeşleştirme kısmına geçeyim. Bunu da ilk olarak kentleşme, 'yığınlaşma' konusu üzerinden açıklayayım. Bugün kentleşme korkunç boyutlarda. Nüfus şehirlerde çok hızlı artıyor. Dolayısıyla kalabalık yerlere sığmak için yeni yapılan binalara bakarsanız hemen hemen hepsi metrekaresi küçük evler. Çünkü dedim ya, minimal diye. Bu da onun bir uzantısı gibi. Hal böyle olunca, eşyalar için de minimal bir boyut olması gerekir. E çağımız böyle ne de olsa! Minimal eşyalara bakınız. Kendileri küçük ama görsel olarak gayet hoş ve başarılı. Yukarıda da haberlerin sunumu dedim ya, bu da onun eşyaya tanımlanmış hali işte. Siz de biraz düşünseniz bunları fark edebilirsiniz. Çağın sosyolojisini bilmek çok önemli!..

Tam bu noktada görsellerin sunumuna farklı açıdan geçeyim. Küçük evler dedik. Evlerdeki televizyonlar artık daha az yer kaplıyor; ama en az 100 ekran ve daha büyük plasma ve LCD var atık. Yani görsel sunumu daha büyük, ama kapladığı alan, eski tüplü televizyonlarımıza göre daha az. Evler dedim. Küçük, ama eşyalar olarak görseli daha güzel ihtişamlı olanlar sunuluyor, çekici kılınıyor dedim. Bunların arasındaki bağıntıyı siz de fark edip kurmuşsunuzdur şimdi.
Birinci maddede görsel sunan eşyalar ve büyük ekranlı televizyonlar olursa; ikinci maddede küçük evler, daha az yer kaplayan televizyonlar olur... Yani büyük görsel, az yer. Daha da genişletirsem, birinci maddeye haberlerin o dikkat çekici görsellerini koyalım. İkincisine de twitter gibi mikro blogları. İşte çağımızın durumu tam da bu.

Son bir örnekle de bitireyim yazımı: Cep telefonları. Önce büyük ve ağır, ekranları küçüktü. Zamanla hafifledi, inceldi; ama tesadüf bu olmalı ki, ekranları büyüdü. Tabi burada teknoloji gelişimi de var ama konu bu değil elbet; kullanımı. Ve görselleri. İnsanlar internette, mikro bloglara bakarken de, büyük bir görsel ile bakmayı tercih ediyor. İşte bunların yukarıda belirttiğim birinci ve ikinci maddeden farkı yoktur.

Zaman yok her şeye yetişmeye. Hepsine küçük küçük dokunuşlarla bakılıyor artık. Bu sebeple de edinilen bilginin altında yatan detaylar olmadan bilgiler oluyor. Temel olmadan öğrenilyor. Başkalarının bakış açısı ile yapılan yorumlar, başkalarının alt yapısı için onun görüşlerini oluşturuyor. Bu yüzden kimse kendisi değil, başkasının yeniden yorumlaması. Postmodern çağın doruk noktaları ne yazık ki.

Bizler de bunları düşünerek, bu çağda yaşıyoruz artık. En yararlı olarak nasıl kullanılıyorsa, o şekilde kullanmaya devam edeceğiz çağın bize getirdiklerini.

3 Ekim 2013 Perşembe

7. Beyoğlu Sahaf Festivali

7. Beyoğlu Sahaf Festivali başladı. Kitapseverler için bu festival değerli bir festivaldir. E olmasın mı, kitapseverler belki de hiç bulamadıkları ya da bir daha bulamayacakları kitapları tek bir yerde bulma şansını yakalıyor. Ben de önceki senelerde merakla ve istekle beklediğim gibi bu seneki Beyoğlu Sahaf Festvalini de aynı şekilde bekledim.

Ancak bu sene Beyoğlu Sahaf Festivali'nde bir tuhaflık vardı. Hem organizasyon olarak hem de tarihler olarak. Kısaca buna değineyim:

Önce 7. Beyoğlu Sahaf Festivali'nin yeri konsunda bir bilinmezlik vardı; Taksim Meydanı'nda mı olsun, yoksa her zamanki gibi Tepebaşı'nda mı şeklinde. Hani Taksim Meydanı artık yayalaştırıldı ya, bunun üzerine orada standlar kurulabilir şeklinde kanılar vardı. Festival tarihi yaklaştığında orada stand kurma çalışmaları başlar gibi oldu, ama ne sebeple olduğunu bilmiyorum, tekrar Tepebaşı'na alındı.

Aslında benim de kişisel görüşüm olarak Tepebaşı'nda olması daha güzel oldu. Belki orada satış yapan sahaflar, meydanda olmasının gelir açısından daha iyi olacağını düşünüyordur. Ama ben öyle herkesin gözü önüne serpiştirilmiş bir sahaf festivalinin iyi olmayacağını düşünüyorum. Sahaf ne de olsa. Öyle herkese sunulmamalı. Onu zaten bilen ve takip eden çok insan var. Oraya gidenler oradan geçenler değil, özellikle oraya gitmek isteyenler olacaktır (İstisnaları saymayalım tabii, İstiklal'de vs yürürken reklamını görüp hadi bakalım diyenler vs gibi).

Her neyse yer konusunda böyle bir durum vardı. Bir de tarih sorunu var ki, o biraz kafa karıştırdı. Biz biliyorduk ki festival 27 Eylül - 19 Ekim 2013 tarihlerinde olacaktı. Ama sonra baktık ki, tarihleri 30 Ekim - 19 Ekim 2013 olmuş.

Az çok dikkatliyseniz yukarda gördüğünüz festival afişi ile solda benim Tepebaşı'nda çektiğim fotoğraftaki tarihlerin farklı olduğunu fark edebilirsiniz. Yani standlardaki o büyük afişler, henüz tarih değişmeden önce hazırlanmış çünkü.

Organizasyonda yer alan Sahaflar Birliği çekilmiş. Onun yerine Kültür Kenti Vakfı organizasyonun ortakları arasında yer almış. Bazı kaynaklardan aldığım bilgilere göre bu değişimin nedeni Gezi olaylarına kadar dayanıyor. Yani ne kadar doğrudur, gerçekte böyle bir şey olmuş mudur bilmiyorum. Ama kaynaklarda Gezi eylemlerine destek veren sahafların bu festivalde yer almaması konusunda çeşitli çalışmalar yapılmış. Birtakım yeni prosedürler ortaya çıkarılmış. Bu yüzden festival değişikliklerle başlamış.

Tabi, bu böyle olmayabilir de. Ama elbet tarihlerde ve organizede bir değşiklik olunca insan sormuyor değil. Belki de sadece Taksim Meydanı'nda olmadığı için de sorunlar çıkmış olabilir. Çünkü herkes kendisini oraya hazırlamıştı. Neyse zaten bu durumlar bitmez, ben kitaplarla, sahaflarla ilgileneyim...


Ben de bu yeni tarihli festivalin ilk gününde, yani 30 Eylül 2013 Pazartesi günü Tepebaşı'ndaydım. E böyle beklediğim, yakından takip ederek beklediğim festival oluca orada oluveriyorsunuz.

İş çıkışı saatlerine yakın bir zamanda gittim. Alan henüz boştu. Zaman ilerledikçe kalabalık da artıyordu. Ama çok daha fazla artmadan hemen daldım sahafların içine. Kitapların içine.


O bulunmayan ve belki de bulunmayacak olan kitapları ilk ben göreyim diye hem hızlı hem de bütün kitaplara bakacak kadar dikkatli davranmaya çalışıyordum. Eminim birçok kişi de bunun yarışını yapıyordur/yapmıştır.

O yüzlerce, binlerce kitabın içinden tam size hitap eden kitaplar da var ve keşfedilmeyi bekliyorlar. Eğer İstanbul'daysanız ve buraya gitme imkânınız varsa gitmenizi tavsiye ederim. 19 Ekim 2013 tarihine kadar devam ediyor.

Festivale daha önceden gidenlerin de birkaç kez gitmelerini tavisye ederim. Malum, ellerindeki stokları biten sahafların yeni kitaplar getirme durumlarına karşı hazırlıklı olmak gerek.

Çünkü yeni gelen kitaplarda kaçırdığınız bir şeyler olabilir.



Festivalin olduğu alanda bazı yerler biraz arada kalıyor. Bazı yerlerde de sıkışma oluyor. Planlama olarak önceki senelerdeki gibi aslında. Alanın ortasında bir kafe/büfe tarzında bir yer de var. İçecek ve yiyecek konusunda burası iyi düşünülen bir yer bence.

İnsanlar ilk gün kitapların arasında öylece gezinirken, kimisi elindeki dolu dolu listelerin içindeki kitapları soruyordu. Bazılarınınki öyle basit listeler de değildi. Bazı denk gelenlere gözüm kayınca çok feci, sayfalar dolusu listeler görüyordum. Sahi benim hiç böyle listem olmadı yılladır. Neyse...





İlk gün olduğu için birtakım etkinlikler de vardı. Sahaf dükkanlarının ileri kısmında, bir de sahne kurulmuştu. Kimi etkinlikler için bu da iyi düşünülmüştü bence. Kimi sanatçılar canlı müzik performanslarını, biz kitap bakarken bize sunuyorlardı.


Tabi ilk gün dedim ya, e sahne de var. Sahne varken elbette birtakım konuşmalar da olacaktı kuşkuşuz. Bu konuşmayı Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan yaptı.

O sırada kitaplara bakıyordum elbet. Sahaf festivalinin ilk zamanlarına değiniyordu. 2004 yılında Beyoğlu belediye başkanlığına seçilmişti bilindiği üzere. Ve ilk Sahaf Festivali düşüncesi de, yine 7 yıl önce Ahmet Misbah Demircan döneminde düzenlenmişti. Biraz festivalin geçmişinden, organizasyondan bahsediyordu.

Konumuz gereği burada siyaseti, idelojiyi bir kenara bırakırsak, iyi ki böyle bir festival oluşturulmuş diyorum ben. Bu belediye başkanı döneminde denk gelmiş ya da bu sırada düşünmüş sorun değil. İyi ki de düşünülmüş.

Elbette festivalden eli boş dönmedim.

Festival tarihleri boyunca yani 30 Eylül - 19 Ekim 2013 tarihlerinde, her gün 11:00 ile 22:00 saatleri arasında gidilebilir.

Festivalde yer alan sahafların isimleri, kendi etkinlik sayfalarındakine göre şöyle: 40 AMBAR SAHAF
ADA KİTABEVİ, ANADOLU KİTABEVİ, ARŞİV SAHAF, AYÇA KİTABEVİ, BABİL SAHAF, BARIŞ KİTABEVİ, BARIŞ SAHAF MODA, BERDELACUZ SAHAF, BİZİM SAHAF, CİHANNÜMA SAHAF, ÇATI SAHAF, ÇINAR SAHAF, DESTİNE KİTAPÇI, DİP SAHAF, DOĞA KİTAPÇILIK LTD. ŞTİ., DYLEMİ SAHAF, EDEBİHAYAT SAHAF, EFLATUN SAHAF, EGE SAHAF, ENDERUN SAHAF, EOS KİTABEVİ, EYLÜL KİTABEVİ, FATİH BİLGİ SAHAF, GEZEGEN SAHAF, GEZGİN KİTAPÇI, HERMES SAHAF, HİSAR KİTABEVİ, ILGIN KİTABEVİ, İMGE SAHAF, KAĞIT GEMİ KİTABEVİ, KAMER KİTABEVİ, KARADENİZ KİTABEVİ, KAYIP KİTAP, KIRKAMBAR SAHAF,
KİBRİT KİTABEVİ, KİTAP RAFI, KİTAPÇI AHMET, KOZAN SAHAF, KURGU SAHAF, LEVANT KOLEKSİYON, MARTI SAHAF, MİHRİCAN KİTABEVİ, NADİR SAHAF, NAR SAHAF, NERMİN SAHHAF, NİGAR SAHAF, NOSTALJİ SAHAF, ÖZER SAHAF, PAMİ SAHAF, PATİKA SAHAF,
PERA ORIENT, SAHAF BAHTİYAR, SAHAF KİTAP İÇİN, SAHAF NAZIM HİKMET, SAHAF YENİCİ, SAHHAF MÜTEFERRİKA, SAHHAF VEFA, SANAT KİTABEVİ, SCS KİTABEVİ, SENAN SAHAF, SERCAN SAHAF, SEVGİ KİTABEVİ, SİMURG SAHAF, SİYAHKALEM KİTAPLIĞI, TEKNİK SAHAF, TEZGAH KİTABEVİ, TURKUAZ KİTAPÇILIK YAYINCILIK , ÜN SAHAF, VOLGA KİTABEVİ, VOLGA SAHAF, YAŞAM KİTABEVİ, YOL KİTABEVİ.




16 Eylül 2013 Pazartesi

Post Klasik 'Klasik Müzik'

Başlığı bulmuş olduğum halde yine de yazının başlığı konusunda biraz çekimserim. Çünkü bahsettiğim şey ne postmodern dönemde üretilen klasik müzik, ne de gerçekten klasik olarak bildiğimiz eserlerin post içerikle yorumlaması.

Biraz daha açarsam: Bu yazıda bahsedeceğim şey, özellikle 1950'lerden sonra üretilen klasik müzik eserleri değil. Esasen bildiğimiz klasik olan klasik müzik eserlerinin, post kültür içindeyken nasıl kullanıldığı, ya da tüketim haline getirildiği. Post kelimesi "sonrası, sonra gelen" anlamlarına gelmektedir. Aslında yazının başlığı "Klasik Müzik Dönemi Sonrasındaki Klasik Olan Klasik Müziğin Durumu" gibi bir şey de olabilirdi. Çünkü belirteceğim şey, klasik dönem klasik müziğin kullanımının, çağla beraber günümüzdeki değişimini ele almak. Klasik Müzik kelimesini de tırnak içine almamın nedeni, klasik dönemdeki klasik müziği belirtmesi içindi. Biraz karışık olacak yazdıklarım, ama pat diye konuya dalmak da istemiyorum.

Önce post kültürü kısa ve kabaca belirtmek gerekirse; tabii ki en çok bildiğimiz postmodern anlayıştır. Günümüzde post anlayış birçok alanda artık varlığından söz ettirmektedir. Üç ana dönem olarak belirtilen klasik, modern ve modern sonrası yani postmodern dönem birbiri ardına sıralanmaktadır. Ülkemizde bu dönemler arada kalınan bir coğrafyanın da etkisiyle aslında gerçek anlamda yaşanmamıştır. Buna rağmen küreselleşmenin artması, iletişimin ve özellikle internetin kullanımının yaygınlaşamsı ile postmodern ya da diğer tabirle post kültür artık hayatın her alanında kendisini göstermeye başlamıştır. Çünkü bu dönemle birlikte üretilen her şey, bir şeyden sonra gelen, yani çok orijinal olmayan, ama onu yeniden yeni haline getiren bir anlayıştır.

Günümüzde de dikkat etmeliyiz ki, yeni diye bize sunulan şeyler aslında kendinden önceki bir başka şeyin yeniden yorumlanmasıdır hemen hemen. Birçok anlayışın, birçok konunun önüne post kelimesini getirerek yeni bir alan elde edebilirsiniz ki, günümüzün bu kültürden yoksun olduğunu söylemek hata olur. Çünkü artık post kültür kaçınılmaz bir gerçektir ve her alanda vardır. Post kültürün başka ülkelerde ve birçok alanda çok verimli kullanıldığı durumlar varken, değerlerin değersizleştiği zamanımızda en büyük etkenlerdendir. Post hep daha ötesidir, hep daha sonrasıdır. Anlamsızlığın, karmaşanın, kaosun ve yitenin, yok olanın karanlık ama bir o kadar da aydınlık, anlamsızlığa anlamlandırmalar üretmeye çalışanın üzerine üretim yapan bir kültürüdür. Bazen bunun için de uğraşmaz.

Post kültür. Bilindiği gibi 20. yüzyılın son zamanlarında ortaya çıkan bir anlayış. Oluşumlarını 1975 ve sonrası olarak tanımlayabiliriz. Asıl atılımını elbette 80 sonrasında, ama özellikle 90'lı yılların son kısımlarında doruk noktasına ulaşarak başlatmıştır.

Ve gelelim klasik müziğe. Post kültür içinde, her şeyin kaosa sürüklendiği, değerlerin yitirildiği günümüzde klasik olanlar da ne yazık ki bundan etkilenmektedir. Bu değersizliğin artmasına neden olan en büyük etken elbette internet kullanımıdır. Artık internetin hayatın bir parçası olmasının yanında sanal kimliklerin var olması ve artık insanların sanal kimlikleriyle gerçeği katıştırıp, gerçek olmayanın gerçekmiş gibi algılaması durumu tabii ki değersizlikleri ve nitelik kaybını getirir. İşte o nedenledir ki hep eskiden şöyleydi, eskiden daha iyiydi, nerede o eski günler şeklindeki tanımlamalar aslında post anlayışla değerlerin hızlı ve takip edemezcesine değişmesinden kaynaklı.

Şöyle; bizler ki zamanında, çok değil belki bundan 15 yıl önce, hadi 10 yıl önce olsun, klasik müziği böyle bir tüketim malzemesi haline getirmeden dinlerdik. Halen de dinleriz tabii. Hatırlayanlar ve bu dönemi yaşayanlar bilir. Bizler klasik müziği radyolardan dinlerdik. Birkaç radyo istasyonu vardı ama klasik müzik için en çok dinlenen ve benim de en çok dinlediğim radyo, TRT Radyo 3 idi. 88.2 adresi ile daha o çevirmeli düğmeleriyle, istasyon aramalı radyo çalan aletlerin ilk başlarında hemen çıkardı. Birçok yerden de gayet iyi çekerdi zaten. Hey gidi analog teypler, radyolar...


Zaman değişmeye, radyolar artık dijital hale gelmeye başlamıştı. Artık frekansları nokta isabet ile arayıp buluyorduk. Neyse, zaman bir şekilde dijitale oradan da sanala doğru gidiyordu. Klasik müziği radyolardan kimisini bilerek kimisini bilmeyerek dinliyorduk biz. Radyo çağını her daim yaşayanlar bilirler, hatta radyoda çalan müziğin kime ait olduğunu öğrenmek için nice çabalar harcanırdı. Bazen o parçayı bulurdunuz, bazen de bulamazdınız. Her daim klasik müziği, klasik bir şekilde yıllar öncesinde radyolardan dinlerdik. O zamanlar kasetler vardı ve sevdiğiniz klasik müzik albümlerini almak için kaset almanız gerekiyordu. E tabii ki müzik anlayışının tamamen farklı yönde giden bir ülkede klasik müzik kasetleri bulmak da o kadar kolay olmuyordu. İşte bu durumlarda da kimi kasetleri bulurduk, kimi kasetleri bulmazdık. Tıpkı radyoda dinlediğimiz müziklerin akıbeti gibi. Eskiden yaşanılan şeyler ne kadar da benzer değil mi?..

Peki sonra ne oldu? Ya da şimdi durum nedir?

Artık değerlerin yitme aşamasında olduğunu yazmıştım. Bilindiği gibi klasik müziğe üst tabakanın müziği de denir. Bunun da etkisi olsa gerek, sanal kimliklere geçen düzende, insanların klasik müziği sanki bir şeyleri göstermeye çalışmaları, ya da abartılı bir biçimde bunu her defasında ifade etmeleri aslında eskiden bu dönemleri yaşamamış, tamamen sonradan ortaya çıkmış birtakım internetçi ve sanal kültürün sonucudur. Yani bu eski kuşağı yaşamadan, sonradan klasik müzik dinlemeye başlamış kesimlerin bunu her defasında belirtmeleri ile, gerçekten klasik müzik dinleyenlerin bunu her daim gizlemeleri doğru orantılıdır aslında.

Klasik müziği elbette yeni dinlemeye başlayanlar da dinlemelidir, yeni kuşaklar da dinlemelidir. Ancak bu "post" günümüzde, sanalla, internetle beraber değerli olanın değerinin azalması durumu söz konsudur. Bunun nedeni şudur: Eskiden dinleyici, eseri ve sanatçıyı ararken; şimdi eser ve sanatçı gerçek dinleyici arar pozisyona geçmiştir. (Tabi internette dinleyici olan arar ama o tüketicidir. Kalıcı olan dinleyici için geçerlidir bu cümle) Bu da eserlerin internetle, reklamlarla herkesin gözüne sokulur biçimde artmasıyla olmuştur. Ya da insanların sanal kimlikleriyle bunu her defasında paylaşmasıyla ve reklamını şahıs olarak yapmasıyla değerler değişmiştir. Yani bu durumda da eskiden bir müzik türü ya da müzisyen kendi kitlesini gerçekten ve kemik kitle olarak oluşururken, şimdi oluşan kitlenin hepsi olmasa da birçoğu tüketim kitlesini oluşturmuştur. Burada bir alıntı yapmam gerek. Bir kitapta okumuştum, aklımda kalan bir söz ama kime ait olduğunu bir türlü bulamadım/hatırlamadım (Kime ait olduğunu bilen olursa bana iletebilir).

Şöyle der: "Modern toplumlarda sanat kitlelere yayıldıkça niteliğini kaybeder."

Ne önemli, ne mühim bir söz aslında. Kısa bir cümlede anlatmak istediğimi de özetler gibi. Tabi bu durum klasik müzik için geçerli değil sadece. Bütün sanat eserleri için geçerlidir. Ancak ben eski ile yeninin uzaklığını klasik olan bir şeyle bütünleyip açıklamak istediğim için ve konuya daha uygun olduğu için klasik müziği seçtim. E tabi aynı zamanda yıllar önce radyodan klasik müzik dinlediğim ve şimdiki durumun değiştiğini gördüğüm için.

Post kültür dedik, işte değerlerin değersiz hale geldiği bir dönemdeyiz. Her şeyin tüketildiği, imaj olduğu bir dönemdeyiz. İnsanlar aradıklarını istedikleri zaman buluyor şimdi. Biz eskiden en çok dinlemek istediğimiz klasik müzik eserinin radyoda çıkması için hazırda beklerdik. Çıkınca da çok sevinirdik. Ancak şimdi dinlemek istediğiniz bir klasik müzik eserini tek bir tıkla internetten bulup anında dinleyebiliyorsunuz. Bu kötü bir şey değil elbette. İstenilen zamanda istenilen şeyin bulunması, insanların internet ile tam istediği eserleri bulduğu ve keşfettiği bir mecra var. Ancak kendi buldukları eserlerin, yayma durumlarında sorun olmaktadır.

Çok farklı bir müzik türünü dinleyen, zıt diye tabir edilen başka bir müzik türünü birlikte dinleyebilmektedir. Bu eskiden böyle değildi elbette. Çünkü herkes kendi tarzına yakın olanları duyar, öğrenir, okur ve o şekilde yenileri keşfedebilirdi. Şimdi her şey kişinin kendi elinde ve kendisi birkaç tıklama ile keşif yapabilir. İşte bu, durum karışıklığına ve o tarzın gerçek kitlesinin değişmesine/oluşmamasına neden olmaktadır.

Klasik müzik de işte bu yeni dönemde, son birkaç yılda klasik müzik dinleyenlerin elinde tüketim ve reklam malzemesi olmaktadır. Bu kişilerin, eskiden bu işler nasıl olurdu kısmından haberleri bile yoktur. Bir anda konarlar, bir anda araştırırlar, öğrenirler ve dinleyip reklamını yapmaya başlarlar. İçsellik, temel gerçek sonradan oluşmaya başlar; ya da oluşmaz. Hey gidi eski günler diyor ben ve benim gibi olanlar. Çünkü yıllardır; ilkokul yıllarımdan beri dinlediğim bu müzik türünün bu kadar düşmesi açıkçası bana hoş gelmiyor. Elbet dinleyenlerden değil, sanat eserine davranışın ve yaklaşımın yanlış olması burada kastettiğim! Tabi yine ucu dinleyenlere dokunuyor...

Yalnız ne olursa olsun klasik müzik, klasik müzik olarak kalacaktır. Bizim gibi olanlar onu tüketime değil, gerçek kitlesine ulaştıracaktır. Dediğim gibi eskiden takip ettiğimiz tarza yakın olanları duyardık, öğrenirdik, okurduk. Çevremizdeki herkese tarzımızdan ya da dinlediklerimizden bahsetmezdik. Bahsettiğimiz kişiler sadece bu konuda ışığı gördüğümüz kişiler oluyordu. Başkaları da aynı şeyleri bizim için düşünürdü. Hâlâ da bu geleneği sürdürenler var. İtiraf etmeliyim ki ben de halen dikkat ediyorum buna. Birine bir şeyi keşfetmesini sağlarken bunu çok değerli kılarak yapmak gerek. Işığı gördüklerinizde.

Sürekli konudan konuya atladım gibi; ama konu çok geniş ve tartışmakla, yazmakla bitmeyen bir duruma sahip. Sonuç olarak post kültürün, internet ağırlıklı döneminde değerlerin yittiği, azaldığı ve değersizleşmeye başladığı çağdayız. Eski olana yeni eklemeler yapılıp yeniden sunulduğunu, eskinin her daim arandığını, klasik olanın da her daim can çekiştiğini belirtebiliriz. Keşke böyle olmasaydı. Keşke klasik olan klasik müzik olan çok değerli bir sanat türü, bu kadar değersiz bir ortamda tüketime sunulmasaydı. Ya da sanal şahısları öne çıkaracak biçimde kullanım malzemesi olmasaydı. Klasik olan bu eserlerin, bu çağdaki durumları onu tüketmek düşüncesinde olanlarla yürümeseydi. Post kültür çağımızda değer verilmesi gereken bir kültür, ama keşke bazı şeylere internetteki sanal kimliklerle birlikte dokunmasa...

2 Eylül 2013 Pazartesi

İstanbul Şehir Görüntüleri

Yakında "İstanbul Şehir Görüntüleri" olarak şehrin birçok yerinden kendi çektiğim görüntüleri paylaşacağım. Hem bulunulan zamanı belgelemesi açısından hem de çekilen yerler hakkında bilgi edinilmesi açısından iyi olabilir.

1 Eylül 2013 Pazar

Nostaljik Tramvay

Gün geçmiyor ki değişmeyen bir yer, bir şey kalmasın. Özellikle de İstanbul'da. Bu yazıda da ele aldığım elbette ki yıllar içinde değişime uğramış olsa da, yine de eski dokuyu yansıtabilen nostaljik tramvay, tarihini bir şekilde hissettirebiliyor size.

Zaten İstanbul'da doku olarak kalan ne kadar malzeme kaldı ki diye düşünüyor insan. Metrobüs gibi yeni çıkan; ama başarıdan ziyade karmaşayı getirmiş sistemler ne kadar doku olabilir ki?

Tabi bazen bu yeni ile eski olanın arasında tercih yapamama durumları da oluyor insanın. Yeraltı metrosuna hiçbir zaman hayır diyemedim mesela, ilk zamanlar 4.Levent ve Taksim arasında olan yeraltı metrosuna.

Ancak nostaljik tramvay bu doku meselesinde öndedir her zaman. Hem tarihi hem de halen kullanım biçimi olarak. Yani yüksek teknolojinin sınırlı derecede içeriğine girebilmesiyle. Taksim Tünel ile Karaköy arasındaki 573 metrelik kısa yolculukların seferlerini yapıyor yılladır. İstanbul'da bunca şey değişmişken, değişmeden kalan bu istikrar treninin yıllar öncesindeki zekanın sonucu mu desek acaba, karar veremedim.
 Yıllar öncesi dedim ama çok yıllar öncesi hatta. Çünkü dünyanın en eski ikinci metrosu olarak kayıtlarda geçmektedir. Ve bu tünelin başlaması Fransız mühendis Eugene Henri Gavand'ın çalışmalarıyla olur. Bu mühendis de zamanında turistik bir gezi için İstanbul'da bulunmuş ve daha sonra dönemin iki önemli merkezini (Pera ile Galata) birbirine bağlayacak projeyi düşünmüştür. Ve bu projesini dönemin padişahı Sultan Abdülaziz'e sunmuştur.
Onaylanmalar ve inşaatından sonra Ocak 1875 yılında hizmete açılmıştır. Tabi o dönemler buharlı bir tren olarak çalışmış. Ve söylenene göre o dönemde elektrik olmadığından gaz lambalarıyla aydınlatılırmış vagonlar. Tabi tarihi doku derken, Osmanlı döneminden kalma olması değil elbet benim kastettiğim. Genel anlamda bir İstanbul dokusu aslında. Salt tarih dokusundan ziyade şehrin tarihi dokusu. Tabi bu şehir dokusunda Osmanlı ya da Türkiye ya da Bizans olması fark etmez. Benim dokudan kastettiğim bütünüyle bir şehir dokusudur. Ve tabii ki şehrin bütünsel tarihi dokusudur.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında seferlerine bir süre ara verilmiştir. Bunun sebebi elbette malzeme/parça eksikliğidir. Tüm dünya savaş içindeyken ve tren bir yabancı üretimiyken, o karmaşada parçaları yurtdışından getirtmek imkanı yoktu demek.


Ve artık bir yenileşme dönemine giren bu tarihi tramvay, 1971 yılında tamamen yenilenmiş ve elektrikli bir düzene geçmiştir.


Evet, böyle bir tarihi ve durumu var bu nostaljik tramvayın. İstediği kadar yenilensin, bu tarihi dokusunu her zaman hisettirecektir elbet.

İstanbul'da bunca değişim, bunca karmaşa ve yeni olduğu halde kirlilik varken, böyle şeyler hep bir adım önde olmaktadır.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Bazı Notalar Çığlık Atar

Bu yazıyı, Yndi Halda'dan bir parçayı paylaşmak için açtım. Bilindiği üzere Yndi Halda, İngiliz post rock grubu. İngiliz rock sanatçılarının ve rock anlayışının ne kadar üst düzey olduğunu az çok herkes biliyordur. Yndi Halda da, bu ülkeden çıkan son dönemin başarılı gruplardan birisidir.

Post kültür her yerden bir şekilde bizlere dokunmaya devam ederken, etkileri günümüz kuşakları için daha fazla olmaktadır. Postmodern kültürü ayrı tutarak; post-belgesel, post teori, post rock gibi çeşitli alanlar mevcuttur. Günümüzde yaşadığımız ve her yerde duyduğumuz o post kültürün, müzikte rock sound içine katışmış halidir post rock. Özellikle 90'lı yıllarda etkinliğine başlamış çok ayrı yapıların anlayabildiği müziktir. Kaosun, hüznün, coşkunun, tebessümlerin, düşüncelerin... müziğidir. Gerçekten post rock çok geniş bir alandır ve soundu sanatçısına göre çok farklı olabilmektedir. Ancak benim post rock anlayışım, elektronik öğelerin çok ya da hiç olmadığı, duyguları inişli çıkışlı veren müziklerdir.

İşte bu bağlamda İngiliz post rock grubu Yndi Halda, müzikleriyle çok başarılı etkiler vermişlerdir. 2006 yılında çıkardıkları EP (Extended Play) olan "Enjoy Eternal Bliss" adlı albümlerinde sadece 4 parça olmasına rağmen, büyük kitle kazanmışlardır. Bu albümden benim de beğendiğim bir parçayı paylaşmak istedim. Her ne kadar o dört parça çok büyük etkiler bıraksa da, "A Song For Starlit Beaches" adlı parça, sanki daha etkili geldi bana. Yıldızların aydınlattığı kumsallar için bir şarkı anlamına gelen bu eseri, youtube'a birileri yüklemiş, ben de paylaşayım dedim. Duygulardan eksik kalmayın. Müziğin çığlıklarını, mutluluğunu, ağlayışını, sakinliğini, coşkusunu duyun. İşte o benzersiz parça:


Yndi Halda - A Song For Starlit Beaches

İstanbul'da Billboard Çılgınlığı

Uzun bir zaman oldu bloga yazmayalı. Sürekli uzun ya da kısa bir şeyler yazayım da, canlı tutmaya devam edeyim diye düşünüyordum; ama bir türlü başka şeylerden buraya bir şey yazamadım. Gündelik hayatın yoğunluğu bunu geciktirdi. Yazmak istediğim bir konu vardı, billboardlar üzerine. İstanbul'da onca karmaşa, sağdan soldan onca uyaran varken, her yerde karşımıza çıkan bilboardlardan bahsedecektim biraz.

Ve bu yazıyı yazma sebebim de beğendiğim bir bilboard reklamı ile başladı. Daha önceden de beğendiğim bir reklam vardı ve bunlar birleşince aldım makineyi elime bari bu seferki reklamın fotoğrafını çekeyim dedim, çektim. Fotoğrafları şubatın ilk haftasında çekmiştim; ama ne yazık ki daha yeni bloga yazma fırsatı buldum. Neyse, uzun bir girişin ardında konuya geçebilirim sanırım.

İstanbul başta olmak üzere şehirlerin işlek yerlerinde her an her yerden bir uyaran alıyoruz. Reklam panoları, büyük afişler, önü açık bina duvarlarına yapılan reklamlar, ışıklı ekranlar vs vs vs... şeklinde o kadar çok bilgi karmaşası içinde bulunmaktayız ki, reklam şirketleri de öne geçebilmek için yarışmaktalar. Çünkü her yerde karşımıza çıkan reklamların, diğerlerine göre daha ön plana çıkması ve daha fazla dikkat çekmesi için diğerlerinden farklı olması gerekmektedir. Bu sayede reklamı yapılan marka öne çıkmaktadır.

İstanbul'da özellikle 4. Levent, Levent, Zincirlikuyu civarlarında billboard çılgınlığı dikkat çekmektedir. Bilindiği üzere bu bölge, gökdelenlerin yoğun olduğu bir bölge. Reklamlar da bölgenin belkemiği olan Eski Büyükdere Caddesi kenarlarında yer almaktadır. Onca karmaşanın, yapılaşmanın içinde, bir de gözünüze her taraftan iliştirilen reklamlar, yorucu olmaktadır.

Peki, bu reklamlar hiç kirlilik, zihin yoğunluğu gibi algıda farklı şekillerde kendisini gösterir mi şeklindeki bir soru, evet olacaktır. Çünkü insan oralardan geçerken sürekli bir şeyler görmekte, bir şeyleri okumak durumunda kalmaktadır. Bu istemsiz bir şekilde de olmaktadır. Bilinç reklamı önemsemese de, bilinçaltına işleyen reklamlar ve markalar, ilerde yapılacak alışveriş vb gibi, ürüne göre değişecek etkilerde bulunup referans olacaktır. Bu şekilde her yerde gözümüze çarpan billboardlar, uzun vadede etkili olmaktadır.

 

Onca birbirine benzeyen ürünler varken hangisi öne çıkar, bunu da reklamın kişiden kişiye göre değişen algı durumları belirleyecektir. İşte bunca karmaşanın içinde billboard çılgınlığı her geçen gün artarak devam ederken, benim de dikkatimi fazlaca çeken reklamlardan bahsetmek istiyorum. Aslında reklam dememek lazım. Billboard çılgınlığının nerelere geldiğini ve ne kadar etkili olduğunu anlatan basit görünümlü bir billboard. Daha önceleri "Markalar Açıkhavada Büyür" sloganlı bir billboard görmüş ve beğenmiştim. Onca karmaşanın içinde ben buradayım dercesine dikkat çekiyordu. Çünkü doğru söylüyordu. Yine buna benzer bir anlayışla yapılmış bir diğer reklam ise, 4. Levent Sanayi Mahallesi mevkiindeki billboardlarda gözüme ilişti. Bu hem daha büyük hem de renklendirme olarak dikkat çekiciydi. Bu yazıyı da bu reklamı gördükten sonra yazayım dedim. Bu bilboardda da "Fikirleriniz Burada Büyüyebildiği Kadar Büyüsün." şeklinde, yine bilboardların işlevine dokunan bir anlatım vardı. İşte benim beğendiğim, dikkatimi çeken bilboardlar da bunlardı.


Günümüzde billboardların etkisini anlamış ve bu yönde çalışmalar yapan firmalar varken, bizlere de içinden birilerini seçmek kalacaktır. Ancak kendini anlatan, işlevinin özelliklerini gösteren bir yapıdaki bu bahsettiğim iki örnek, nelerin daha dikkat çekici olabileceği konusunda da ipuçları vermektedir.